Kur'ân-ı Kerim, kimi ayetlerde kendi içinde çelişki barındırmadığını vurgulayarak meydan okur: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş
olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 82) Evren zorunlu olarak maddî niteliklidir, ona egemen olan yasa da dönüşüm ve tekâmül yasasıdır. Şu hâlde, bu evrenin bir parçası
olarak var olan her şey, aşamalı bir varoluş süreci yaşar; zayıflıktan güçlülüğe, eksiklikten olgunluğa yönelir. Bu yöneliş, o şeyin hem özünde ve hem de özüne bağlı unsurlarda, davranış ve
eylemlerinde söz konusudur. İnsan da bu süreci yaşar; varoluşu, eylemleri ve eylemlerinin sonuçları itibariyle dönüşüm halindedir, tekâmül etmektedir. Fikir ve kavrayış noktasında da bu kural
geçerlidir. Aramızda hiç kimse yoktur ki, kendisini bugün dünden daha olgun, daha yeterli görmesin. Yine hepimiz, ikinci anımızda birinci anımızdaki söz ve davranışlarımızdaki sürçmelerimizle
karşılaşmaktayız. Bu, bilinçli bir insan olarak kendini tanıyan herkesin kabul edeceği, inkâr edemeyeceği bir realitedir.
Bu kitabı, Peygamberimiz dönem dönem insanlara sunmuş, yirmi üç yıl boyunca, değişik şartlarda, farklı ortamlarda, Mekke'de, Medine'de, zaman zaman gece, zaman zaman da gündüz,
yolculukta, mukimlikte, savaşta, barışta, zor günlerde, zafer günlerinde, güvenli dönemlerde, korkulu anlarda, ilâhî bilgileri sunmak, üstün ahlâkın kurallarım öğretmek, ihtiyaç duyulan her
konuda dinî hükümleri yasalaştırmak amacıyla parça parça insanlara okumuştur. Buna rağmen benzeşen söz diziminde en ufak bir çelişki, birbirini tutmazlık söz konusu değildir. Nitekim kendisi,
kendisini "(ayetleri) birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap" (Zümer, 23) olarak nitelendirmektedir. Sunduğu bilgiler, koyduğu temel ilkeler ve ahlâk kuralları açısından tek bir
uyuşmazlık, birbirini çürütme meydana gelmemiştir. Tam tersine, ayetleri birbirlerini tefsir eder, birbirlerinin kapalı noktalarını açıklar niteliktedir. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
«Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık eder.» (Nehc'ül-Belâga) Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından ortaya konulmuş bir eser olsaydı, ifade tarzının bazı
yerleri diğer bazı yerlerinden daha güzel olacaktı, sözün vurgusu ve etkinliği bakımından bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha parlak olacaktı. Sunduğu bilgiler, koyduğu ilkeler ve kurallar
da doğruluk ve yanlışlık, sağlamlık ve çürüklük noktasında farklılık arz edecekti.
Kur'ân-ı Kerim'deki nesih olgusu, ifade tarzı açısından bir çelişki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bakış açısı ve hüküm değişikliği olarak da değerlendirilemez.
Bunun açıklanması şöyledir: Bakarsın, olumlu koşullar gereği verilen bir hüküm bir güne uygun düşer de, koşulların değişmesi sonucu bir başka güne uygun düşmez. Bu durumda, o günün
koşullarına uygun düşen yeni bir hüküm yürürlüğe konur. Bunun en açık kanıtı, Kur'ân-ı Kerim'de, içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldırılan ayetlerde, sözlü olarak bu ayetlerin içerdikleri
hükümlerin ileride yürürlükten kaldırılacağının ima edilmiş olmasıdır.
Örneğin, hükmü yürürlükten kaldırılan bir ayette şöyle buyruluyor: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört erkek şahit isteyin; eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp
götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun (hapsedin)." (Nisa, 15) (Son cümlenin içerdiği ima dikkat çekicidir.) Bir başka ayette de şöyle buyruluyor: "Ehl-i Kitap'tan
birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin,
hoş görün." (Bakara, 109) Görüldüğü gibi, ifadenin son cümlesi, onlara karşı takınılacak tavra ilişkin hükmün geçici olduğunu ima ediyor.
"Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" (Bakara, 106) "Göklerin ve yeryüzünün
egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur." (Bakara, 107) Bu iki ayet, "nesih" meselesini işlemektedir.
Fıkıh bilginleri açısından nesih, bir hükmün geçerliliğinin sona erdiğini, yürürlük süresinin bittiğini açıklamaktır. Fıkıhtaki nesih, ayetteki mutlak ifadeden alman, ayetin ayrıntısı
niteliğinde bir kavramdır. Anlamını ve içeriğini ayetten ve ayetin onunla ilgili işaretlerinden almaktadır.
"Biz... neshedersek" Neshetme, giderme demektir. Güneş gölgeyi ortadan kaldırıp yok edince, Araplar, "Nesehat'iş-şems'üzzille" yani, "Güneş gölgeyi giderdi (neshetti)" derler. Yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın
attığını derhâl giderir (nesheder)." (Hacc, 52) Bir kitaptan ikinci bir nüsha oluşturulunca, "kitap nesh-edildi, nüshası alındı" derler. Sanki kitap giderilmiş, yerine yenisi getirilmiştir.
Aşağıdaki ayet-i kerimede "nesh" yerine "tebdil" kelimesinin kullanılmış olması bu yüzdendir: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini bilirken- 'Sen
Allah'a iftira ediyorsun' derler. Hayır çokları bilmiyorlar." (Nahl, 101)
Görüldüğü gibi, nesh ayetin kendisinin ortadan kaldırılmasını, varoluşunun iptal edilmesini gerektirmez. Tam tersine, bu hususta hüküm, "ayet" ve "alâmet" niteliği ile ilgilidir. Ayrıca
ayet-i kerimenin son cümlesi (Allah'ın her şeye... bilmedin mi?), önceki cümlede varılan hükmün illetini bildirir niteliktedir. Dolayısıyla "nesh", ayetin bir alamet, bir işaret olarak
etkisinin giderilmesi demektir. Yani, bir şey özünü korumakla birlikte işaret ve alâmet oluşunu elden veriyor. Buna göre, neshetme olayında ayetin yükümlülük ve benzeri etkileri giderilir; ama
kendisine, özüne dokunulmaz. "Unutturma" ve "neshetme" fiillerinin bir arada kullanılmasından da böyle bir sonuca varabiliriz.
Ayetin orijinalinde geçen "nunsihâ" fiilinin mastarı olan "inşâ", "nisyan" mastarının "if’al" kalıbına sokulmuş şeklidir ve "bilme" nin kapsamının dışına çıkarma, "ilim"den giderme
anlamına gelir. Nesh ise, göz önünden gidermektir. Bu durumda ayete şöyle bir anlam vermek gerekir:
Bir ayeti göz önünden giderirsek ya da "bilme"nin kapsamının dışına çıkarırsak, ondan daha iyisini veya bir benzerini getiririz.
Ayrıca bir şeyin "ayet" oluşu "şeylere", "yerlere" ve "cihetlere" göre değişir. Kur'ân bir yönüyle insanların benzerini getirememeleri bakımından yüce Allah'ın ayetidir. İlâhî hüküm ve
yükümlülükler de Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bunlar aracılığı ile Allah'tan korkma ve O'na yakın olma durumu meydana gelir. Somut varlıklar da Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bu tür olgular
kendi varlıkları ile yaratıcılarının varlığına işaret ederler. Varlıklarının özellikleriyle yaratıcılarının isim ve sıfatlarına tanıklık ederler. Allah'ın peygamberleri, velileri de ayettirler.
Söz ve fiil olarak Allah'a davet ettikleri için... Dolayısıyla ayet, güçlü ve zayıf olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm,
18)
Öte yandan bir ayet, bir yönüyle ayet niteliğine sahip olabileceği gibi, birkaç yönüyle de ayet sayılabilir. Dolayısıyla bir ayet sahip olduğu tek yönüyle neshedilip giderilirse, ortadan
kalkmış olur. Ama eğer birçok yönü bulunursa, neshedilen yönünün dışındaki diğer yönleriyle yine "ayet" olarak değerlendirilir. Kur'ân'daki herhangi bir ayetin, içerdiği şer'î hükmün yürürlükten
kaldırılması, buna karşın ayetin belâgati ve mucizevîliği ile varlığını sürdürmesi gibi.
"Nesh" kavramının genelliğinden algıladığımız budur. Yüce Allah'ın şu sözünde ifadesini bulan jiletlendirme unsurundan da bu sonucu çıkarmak mümkündür: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu
bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" Bu durumda, konuya yöneltilebilecek inkâr ya da ayetin iniş sebebine ilişkin rivayetlerde
belirtildiğine göre Yahudilerin sergiledikleri inkâr, nesh kavramının anlamıyla ilgili olarak iki açıdan söz konusudur:
Birincisi: Ayet Allah katından geldiğine göre, kulların gerçek çıkarlarından birini koruma amacına yöneliktir ve bu çıkarı onun dışında hiçbir şey koruyamaz. Ayet giderilirse, çıkar da
ortadan kalkar. Artık hiçbir şey ayetin yerine geçip söz konusu çıkara kalıcılık niteliğini kazandıramaz. Yaratıkların yararına ve kulların çıkarma olan böylece elden çıkmış olur. Oysa yüce
Allah kullarına benzemez. Bilgisi de onların bilgisi gibi değildir.
Çünkü kulların bilgileri dış etkenlerin değişmesi ile birlikte değişiklik arz eder. Bu yüzden kul, bir gün herhangi bir çıkara ilişkin bir bilgi edinir ve o bilgi doğrultusunda bir hüküm
verir. Sonra ertesi gün bilginin niteliği değişir, zihinde dün elde edemediği daha değişik bir çıkara yönelik bir bilgi belirir ve yeni bir hükümde bulunur; eski hükmün yanlışlığına karar verir;
yeni bir hükmün konulmasının gerekliliğine inanır. Dolayısıyla her gün yeni bir hüküm vermek durumunda kalır. Renkten renge girer. Eşyadaki yarar unsurunu tüm yönleriyle kuşatıp algılayamayan
kulların durumu bundan ibarettir. Yararlı ve zararlı şeylere ilişkin bilgileri değiştikçe, hükümleri ve durumları da değişir. Bilgi alanındaki değişiklik oranında, az veya çok pratikte de
değişiklik olur, yeni oluşumlar baş gösterir. Bu da, gücün genel ve sınırsız olmayışından ileri gelir.
İkincisi: Güç sınırsız olsa da, var etme olgusunun gerçekleşmesi ve varoluşun fiilileşmesi ile birlikte değişkenlik imkânsız olur. Çünkü şey, zorunlu olarak gerçekleştiği durumdan
değişikliğe uğramaz. Bu durum, insanın isteğe bağlı fiilleri karşısındaki konumuna benzemektedir. Çünkü insanın isteğe bağlı olan fiilleri, pratikte meydana gelmediği sürece isteğe bağlı
fiillerdir. Pratikte meydana geldikten sonra zorunluluk ve kesinlik niteliğim kazanırlar ve artık isteğe bağlı fiiller olarak değerlendirilemezler. Meselenin bu yönü mülkiyetin sınırsızlığının
geçersizliğini gerektirir ve dizgin elden çıktıktan sonra kimi tasarrufların yerine diğer bazı tasarruflarda bulunmanın imkânı söz konusu olamaz. Yahudilerin, "Allah'ın eli kolu bağlıdır."
demeleri gibi.
Bu ayetlerde yüce Allah birinci duruma şu sözleriyle cevap veriyor: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? " (Bakara, 106) Yani; Allah, eskinin yerine daha iyisini veya bir
benzerini koymaktan aciz değildir. İkinci duruma cevap verirken de şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir
veliniz ve bir yardımcınız yoktur." (Bakara, 107) Yani; gökler ve dünya üzerindeki egemenlik Allah'a aittir. O, egemenliği altındaki mülkünde dilediği gibi hareket eder. O'nun dışında hiç
kimsenin bu mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi yoktur.
Dolayısıyla hiç kimse, O'nun tasarrufta bulunduğu kapılardan birini kapatamaz ya da onun tasarrufuna engel olamaz. Ne başlangıçtan, ne de yüce Allah'ın temliki ile hiçbir şey, hiçbir şeye
sahip değildir. Çünkü yüce Allah'ın bir şeyi bir başkasının mülkiyetine vermesi, herhangi birimizin bir şeyi bir başkasının mülkiyetine vermemiz gibi değildir. Bizim kendi aramızdaki
uygulamalarda birinci mülkiyet geçersiz olur ve ikinci mülkiyet yürürlüğe girer.
Allah ise, tıpkı sahip olduğu diğer şeyler gibi, başkasının mülkiyetine verdiği şeylerin de sahibidir. Meselenin iç yüzüne baktığımız zaman, mutlak mülkiyet ve mutlak tasarruf yetkisinin
O'na ait olduğunu görürüz. O'nun mülkiyetimize vermesi ile sahip olduğumuz şeylere bakarsak, görürüz ki, O'ndan bağımsız bir mülkiyete sahip değiliz ve O bizim velimizdir. Aynı şekilde, görünüş
olarak bize bahşettiği bağımsızlığa bakacak olursak -ki bu, gerçekte zenginlik şeklinde beliren bir fakirliktir, bağımsızlığa benzeyen uyduluktur- görürüz ki, O'nun yardımı ve desteği
olmaksızın işlerimizi düzenleyenleyiz. Yardımcımız O'dur bizim.
Bu anlattıklarımız, "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu ..." cümlesindeki hasr ifadesinden de anlaşılmaktadır.
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?" Bu ifadeler sözü edilen iki itiraza cevap mahiyetindedir.
İki itirazın söz konusu olduğunun kanıtı da, iki cümlenin bağlaçsız olarak birbirlerinden ayrılmış olmalarıdır. "Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur." ifadesi, iki hususu
içermektedir ki bunlar, söz konusu iki itiraza verilen cevabın tamamlayıcısı durumundadırlar.
Yani, eğer O'nun sınırsız mülküne bakmazsanız, size bahşedilen mülke bakın. Bu mülk, bağımsız ve kopuk olmadığına göre, tek veliniz O'dur. Şu hâlde O, hem sizin üzerinizde ve hem de
yanınızda bulunan şeyler üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Eğer mülkiyet hususunda bağımsız bir konumda olmadığınıza bakmaz, yanınızda bulunan zahirî mülkiyete ve
bağımsızlığa baksanız, yine de gücünüzün, mülkünüzün ve bağımsızlığınızın tek başına gerçekleşmediğini görürsünüz. Amaçlarınız, sırf niyetlerinize ve iradenize boyun eğmenin sonucu olarak
gerçekleşmezler. Bunun için Allah'ın yardımı ve desteği kaçınılmazdır. O, sizin yardımcınızdır, dilediği tasarrufta bulunabilir. Hangi yoldan giderseniz, O, işlerinize karışabilir. "Sizin
Allah'tan başka bir veliniz... yoktur." ifadesinde "Allah" lafzının yerine zamir kullanılmamıştır. Çünkü ifade ayetin genel akışı içinde bağımsız bir cümle olarak görünmektedir. Yani bu cümle
olmadan da cevap tamamlanmış sayılır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor:
a) Nesh, sırf şer'î hükümlere özgü değildir. Tekvini fenomenleri de kapsayan genel bir olgudur.
b) Nesh, ancak nasih ve mensuhun bulunması ile söz konusu olur.
c) Nasih, mensuhta bulunan iyilik, yeterlilik ve yararlılık unsurlarım da içerir.
d) Nasih, mensuh ile çelişir gibi görünse de, gerçekte, her ikisi de ortak bir yaran içerdiği için, arada bir çelişki söz konusu değildir. Örneğin bir peygamber vefat edip yerine bir başka
peygamber gönderildiğinde -ki bunlar Allah'ın birer ayeti konumundadırlar- biri diğerini neshetmiş olur. Bu durum doğa yasasının hayat, ölüm, rızık ve ecel gibi prensiplerinin bir gereğidir.
Aynı şekilde kullar açısından yararlı olan unsurların çağların değişmesi ile değişkenlik göstermesi ve bireylerin tekâmülü de bunu kaçınılmaz kılar. Bir dinî hüküm, diğer bir dinî hükmü
neshetse, yürürlükten kaldırsa, her ikisi de din için yarar sayılacak unsurları kapsıyorlardır. Bu hükümlerden her biri yürürlükte olduğu döneme oranla daha elverişli, daha uygundur ve müminlerin
durumlarına daha yatkındır. Meselâ, davet hareketinin ilk yıllarında müminlerin gerekli sayı ve hazırlığa sahip bulunmadıkları dönemlerde kâfirlerle dalaşmamayı, savaşmaktan kaçınmayı öngören
hüküm yürürlüğe konulmuştu. Ama daha sonra İslâm güçlenince, Müslümanlar yapabildikleri kadar güç hazırlayınca ve ayrıca kâfirlerin ve müşriklerin yüreklerine korku salacak konuma gelince, yüce
Allah cihat etmeye ilişkin hükmü içeren ayeti indirmişti.
Bunun yanı sıra, neshedilen ayetler, ileride neshedileceklerine ilişkin işaretler ve imalar da içermektedirler. Örneğin: "Allah enirini getirinceye kadar, affedin, hoşgörün." (Bakara, 109)
Bu ayet, cihat hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. İleride neshin gerçekleşeceğine ilişkin bir ima içeren bir ayet de şudur: "...O kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara
bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." (Nisa, 15) Bu ayet de kırbaçla cezalandırma hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. Dolayısıyla birinci ayetteki "Allah emrini getirinceye kadar"
ile ikinci ayetteki "Allah onlara bir yol açıncaya kadar" ifadeleri, söz konusu hükümlerin geçici olduklarına, belli bir dönemi kapsamak üzere konulduklarına, bir süre sonra neshedileceklerine
yönelik işaretler niteliğindedirler.
e) Nasih ile mensuh arasındaki ilişki, genel ve özel, mutlak ve kayıtlı, üstü kapalı ve açık nitelikli hükümler arasındaki ilişki gibi değildir. Çünkü nasih ile mensuh arasındaki
görünürdeki uyuşmazlığı ve çelişkiyi kaldıran etken her ikisinin arasında var olan hikmet ve maslahattır. Oysa genel ile özel, mutlak ile kayıtlı, üstü kapalı ile açık nitelikli ayetler
arasındaki uyuşmazlığı kaldıran etken özel, kayıtlı ve açık nitelikli ayetlerde bulunan sözlü belirginliğin gücüdür. Bu güç genel nitelikli hükmü özel nitelikli hükümle, mutlak nitelikli hükmü
kayıtlı nitelikli hükümle ve üstü kapalı nitelikli hükmü açık nitelikli hükümle açıklar. Bunun yöntemi de fıkıh metodolojisinde ayrıntılı biçimde açıklığa kavuşturulmuştur. Muhkem ve müteşabih
nitelikli ayetlerde de aynı durum söz konusudur.
"...Unutturursak..." Bu ifadenin orijinali "nunsiha" şeklinde okunmuştur. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu kelime, "hatırdan ve bilgiden giderme" anlamına gelen "inşâ" kalıbının çekimli
hâlidir. Bu ifade geneldir ya da mutlaktır, sırf Peygamber efendimize (s.a.a) özgü değildir. Daha doğrusu Peygamberimizi kapsamaz bile. Çünkü yüce Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Sana okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) Bu ayet Mekke inişlidir. Nesh meselesini içeren ayet ise, Medine inişlidir. Bu yüzden, "sen unutmayacaksın."
sözünden sonra "unutma" olgusunun gerçekleşmesi doğru olmaz.
İfadenin "Yalnız Allah'ın dilediği başka." şeklinde bir istisna içermesine gelince, bu da tıpkı şu ayetteki istisnaya benzemektedir: "Gökler ve yer durdukça onlar orada sürekli
kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Bu, kesintisiz bir bağıştır." (Hûd, 108) Buradaki istisnaya, yapabilirliği vurgulamak amacıyla yer verilmiştir. Yani değiştirme gücünün her zaman
kalıcılığını sürdürdüğü dile getirilmiştir. Şayet bu istisna dışarıda kalan farklı bir durumun varlığını gösterme amacına yönelik olsaydı, o zaman "Sen unutmayacaksın." şeklindeki minnet
bildiren ifadenin bir anlamı olmazdı.
Çünkü hatırda bulundurma ve ezberleme yeteneğine sahip tüm insanlar ve hayvanlar bir şeyi hatırlarında bulundurabilir ve unutabilirler. Bunların hatırda tutmaları ve unutmaları yüce
Allah'ın iradesine bağlıdır. Peygamberimiz (s.a.a) de, "Sana okutacağız..." ifadesiyle kendisine yönelik yapılacağı bildirilen okutma ve unutturmama lütfundan önce, bu durumdaydı. Bundan önce o
da herkes gibi Allah'ın iradesiyle hatırlar ve O'nun iradesiyle unuturdu. Şu hâlde ifadedeki istisna, yüce Allah'ın yapabilirliğini vurgulamaktan başka bir amaca yönelik değildir. Yani, biz sana
okutacağız ve sen hiçbir zaman unutmayacaksın. Buna rağmen Allah okuttuğunu sana unutturma gücüne sahiptir.
"Unutturursak." ifadesinin orijinali "nensehâ" şeklinde de okunmuştur. Fiilin bu çekimi "nesie /nesîen" -yani, erteledi- kalıbından gelir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Biz, bir
ayeti gidermek suretiyle neshedersek veya ortaya çıkışını geciktirmek suretiyle ertelersek, ondan daha iyisini ya da bir benzerini getiririz." Ayetler üzerinde, öne alma ya da erteleme şeklinde
beliren ilâhî tasarruf, bir kemalin veya maslahatın elden gitmesini gerektirmez. Maksadın ilâhî tasarrufun sürekli kemal ve maslahat doğrultusunda geliştiğini vurgulamak olduğunun kanıtı, şu
ifadedir: "Ondan daha hayırlısını veya onun benzerini." (Bakara, 106) Çünkü hayırlılık, ancak var olan şeyin mükemmelliği ya da konulan hükmün yararlılığı durumunda söz konusu olabilir. Bu
durumda var olan şey ya ötekisine denk olur ya da hayırlılık noktasında ondan daha ileri düzeyde olur. Artık meseleyi anlamış olmalısın. [el-Mizan, c.l, s.101-103, 353-360]
[18]- [Bakınız (688.) hadisin dip notu.]
[19]- Tağutların hakemliğine başvurmanın Allah'ın kitaplarını geçersiz kılmak, içlerindeki yasaları yürürlükten kaldırmak demek olması, bunun yasaklanması için yeterli gerekçedir.
[el-Mîzan, c.4, s.589]
[20]- İmam Cafer Sadık, bunun sebebim raviye şöyle beyan etmiştir: «Acaba neden ammenin (hulefa mektebine uyanların) görüşünün aksini kabul etmekle emrolunduğunuzu biliyor musun?" Ben
(ravi), "Hayır, bilmiyorum." diye arz edince, İmam şöyle buyurdu: «Ali'nin (a.s) Allah'ın dininin emri ve gereği olarak kabul ettiği her konuda ümmet ona muhalefet etti. Böylece onun emirliğini
geçersiz kılmak istiyorlardı. Bilmedikleri bir şeyi Emirü'l-Müminin Ali'ye sorduklarında ondan aldıkları cevabın tam tersi bir görüş ortaya atarlar, böylece insanların kafasını karıştırırlardı.»
(İlelu'ş-Şerayi, c.2, s.218)
Muaviye'nin tavır ve tutumlarını araştıranlar, İmam'ın bu sözünü destekleyen yeterli deliller bulurlar. Buna ilâveten bu ekolün İslâm hükümlerini beyanda Resûlullah'ın sünnetinin
karşısında içtihada dayandığına dair birçok delil bulurlar. [Bidat Kişisel Görüş ve Kıyas babı h: 17 dip notu] Yine hulefa ekolünün takipçilerinin, halifelerin tutumunu teyit etmek için nasıl
hadis uydurduklarını gördük. [Önsöz, s.XVI] Bütün bu bilgiler ışığında, incelemeye çalıştığımız hususta doğru olan şöyle dememizdir: "Birbirine zıt iki hadisten hulefa ekolünün (Ehl-i Sünnet'in)
tutumu ile uyumlu olanım terk etmek gerekir."
Ehl-i Beyt İmamları bu kaideyi koymuşlardır. Bazen bunun sebebini de bildirmişler ve bazen de sebebini bildirmeksizin beyan etmişlerdir.
Birçok defasında vuku bulduğu gibi hulefa ekolünün takipçileri genel toplantılarda Ehl-i Beyt İmamlarına birtakım sorular soruyorlardı. Ehl-i Beyt İmamları da, hulefa ekolünün içtihadına
muhalif olan Allah'ın hükmünü ve Peygamberin sünnetini açıklayamıyorlardı. Zira kendilerini ve Şiîlerini korumaları gerekiyordu. Bu yüzden bazen istemedikleri hâlde soru soran kimsenin cevabını
hulefa ekolünün görüşüne uyumlu bir şekilde vermek zorunda kalıyorlardı. Ancak daha sonra takiyye yapmayı gerektiren nedenler ortadan kalkınca, o konudaki Allah'ın hükmünü ve Peygamber'in
sünnetini beyan ediyorlardı. İşte bu yüzden Ehl-i Beyt İmamlarından gelen bazı hadislerde bir meselenin hükmüyle ilgili farklı açıklamalar gözlenmektedir. İmam Cafer Sadık (a. s) bu konuya
işaret ederek şöyle buyurmuştur:
«Eğer benden, başkalarının sözüne benzeyen bir söz işitecek olursanız, biliniz ki onda takiyye yapılmıştır. Sözlerimin halkın sözüne benzemediğini görürseniz o zaman da biliniz ki onda
takiyye yapılmamıştır.» (Vesailu'ş-Şia, c.18, s.88) Yine İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
«Sizlere birbiriyle çelişen iki hadis geldiğinde onları Allah'ın kitabına sunun; Allah'ın kitabına mutabık olanı alm ve Allah'ın kitabına muhalif olanı ise reddedin. Eğer onları Allah'ın
kitabında bulamazsanız, onları Ehl-i Sünnetin rivayetlerine sunun; onlara muvafık olanı reddedin, onlara muhalif olanı ise alm.» (Vesailu'ş-Şia, c.18, s.84, h: 29) [Mealimu'l-Medreseteyn, c.3,
s.342-344]
[21]- İslâm şahitliğe diğer bilgi saklama metotları arasında delil olma ayrıcalığı tanır. Diğer bilgi saklama metotlarına ise bilgi sağladıkları oranda itibar eder. Şu ayetlerde buyrulduğu
gibi: "Şahitliği Allah için yerine getirin." (Talâk, 2) "Şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklarsa, onun kalbi günahkârdır." (2/283) "Onlar ki, şahitlik görevlerini yerine
getirirler."(Meâric, 33) [el-Mîzan, 6/273]
[22]- Resûlullah mütevatir bir hadisinde: «Ameller niyetlere bağlıdır.» [Sefinet'ül-Bihar, 2/743] buyurmuştur. Ortaya çıkıyor ki, amellerin ve ibadetlerin dinî etkileri ve riyazetlerin ve
nefse dönük mücadelelerin etkileri ile insan nefsi arasındaki bağlantı batınîdir, yani söz konusu ilişki bu çabaların batınî fonksiyonları olarak kendini gösterir ve bu işlerden herhangi biri
ile meşgul olmak, nefisle meşgul olmak demektir. İnsanın mutlak ilâhî güce yönelişi ne kadar güçlü olursa, tabiî nesneler ona o derece boyun eğer. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir. Bu konudaki en
geniş anlamlı söz, İmam Sadık'ın «Niyetin güçlü olduğu hiçbir şey karşısında beden zayıf ve aciz kalmaz.» [Bihar'ul-Envar, 70/205, h:14] sözüdür. Bazıları şöyle zannedebilirler: Sebep-sonuç
ilişkisi, söz konusu amellerin maddî görüntüleri ile ahirete ilişkin beklentiler arasındadır. Rahatlık, güzel rızık ve nimet dolu cennet gibi. Veya bu ilişki bu amellerin görünen yanları ile
doğal sebeplerin etkili olamadıkları, şaşırtıcı dünyevî amaçlar arasındadır. Nefislerin idrakleri ve irade türleri üzerinde tasarrufta bulunabilmek, hareket ettirici bir güç olmaksızın hareketler
meydana getirebilmek, kalplerin sırlarından ve geleceğin olaylarından haberdar olmak, ruhanîlerle ve ruhlarla bağlantı kurmak gibi. Ya da arada gerçek bir bağlantı olmaksızın veya belirleyici
bir faktör olmadan sırf Allah'ın mutlak iradesi ile amelleri, sonuçların izleyebileceği samlabilir. Fakat bu zanlar doğru değildir ve böyle sananlar kendilerini aldatmışlardır. [el-Mîzan, c.6,
s.251]