Hz. Ali’nin Nesep ve Soyunun Temizliği

Evvela; nesep ve soy açısından Peygamber (s.a.a)’den sonra hiç kimse Hz. Ali (a.s)’ın şerafetine erişemez. Hz. Ali (a.s)’ın soy temizliği, bütün akıl sahiplerini, hatta Alauddin Mevla Ali bin Muhammed bin Kuşçu,

Ebu Osman Amr bin Bahr Cahiz Nasibi ve Saduddin Mesud bin Ömer Taftazani gibi taassup esiri alimleriniz bile Hz. Ali (a.s)’ın; “Hiç kimse biz Ehl-i Beyt’le kıyas edilemez.” sözü karşısında; “Biz de Hz. Ali’nin bu sözleri karşısında mahv ve hayranlık içindeyiz.” demekteler.

Hakeza Hz. Ali (a.s) zahiri hilafet makamına eriştikten sonra (Nehc’ul- Belağa’nın ikinci hutbesinde) şöyle buyurmaktadır:

“Bu ümmetten hiç kimse Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyti ile mukayese edilemez; ilimlerinden yararlandıkları kimseler kesinlikle O’nlarla eşit olamaz. Onlar (Ehl-i Beyt), dinin esası, yakinin direğidirler. 

Aşırı giderek hak yoldan çıkanlar O’nlara döner; geri kalanlar ise O’nlara katılır. Velayet makamının özellikleri O’nlara mahsustur. Vasiyet ve veraset de (Resulullah’ın onların hakkındaki vasiyeti ve O Hazretten miras almaları da ) onlarda sabittir. Hak şimdi ehline döndü ve intikal etmesi gereken yerine intikal etti.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu sözleri kendisinin ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın hilafete daha layık olduğunu ve öncelikli olduğunu göstermektedir.

Sadece Hz. Ali (a.s) değil, muhalifleri bile bunu tasdik etmişlerdir. Nitekim Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 7. Mevedde’sinde Ebu Vail’den naklen Abdullah bin Ömer’in şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Biz Peygamber (s.a.a)’in ashabını sayarken Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı sıraladık. Adamın biri; “Ali’nin ismine ne oldu?” diye sordu. Şöyle dedim: “Ali Ehl-i Beyt’tendir, hiç kimse O’nunla kıyas edilemez; O Resulullah (s.a.a) ile birliktedir ve O’nun derecesindedir.”

Hakeza Ahmed bin Muhammed Bağdadi’den şöyle rivayet etmektedir: “Abdullah bin Hanbel’den şöyle dediğini işittim: “Babam Ahmed bin Hanbel’e ashabın faziletini sordum. Babam, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı sıraladı. Ben Ali bin Ebi Talib’i sorunca da şöyle dedi: “O, Ehl-i Beyt’tendir; bunlar O’nunla kıyas edilemez.”

Bundan da ilginç olanı, Hz. Ali (a.s)’ın nurani ve cismani iki boyutunun olmasıdır. Hz. Ali (a.s) bu açıdan Peygamber (s.a.a)’den sonra şahsına münhasır biridir.

Hz. Ali’nin Nurani Hilkati ve Hz. Peygamber’le Ortaklığı


Yaratılışın gerçek anlamı ve nuraniyeti açısından Hz. Ali (a.s) diğerlerinden daha üstün ve önceliklidir. Nitekim Ahmed bin Hanbel değerli kitabı Müsned’de, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, İbn-i Meğazili Şafii Menakıp’ta, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’da Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:

“Ben ve Ali Adem yaratılmadan on dört bin yıl önce, Allah’ın kudret elinde bir nurduk; Allah-u Teala Adem’i yaratınca bu nuru Adem’in sulbünde karar kıldı. Abdulmuttalib’e kadar tek nur idik; Abdulmuttalib’in sulbüne gelince bende nübüvveti, Ali’de ise hilafeti karar kıldı.”

Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Meved-de’sini şu ibarelerle bu konuya özgün kılmıştır: “Sekizinci Mevedde Resulullah ile Ali’nin bir nurdan olduğu ve Ali’ye verilen özelliklerin insanlardan hiç kimseye verilmediği hususundadır.”

Bu Mevedde’de nakletmiş olduğu rivayetlerden birinde (İbn-i Meğazili de rivayet etmektedir ) üçüncü halife Osman bin Affan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyruğunu rivayet etmektedir:

“Ben ve Ali Adem yaratılmadan 1400 yıl önce bir nur idik, Allah-u Teala Adem’i yaratınca bu nuru Adem’in sulbünde karar kıldı. Abdulmuttalib’e kadar tek nur idik, Abdulmuttalib’in sulbüne gelince bende nübüvveti, Ali’de ise hilafeti karar kıldı.”

Bir başka hadiste ise Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerden sonra Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Ya Ali! Nübüvvet ve risalet bendedir; vesayet ve imamet ise sendedir.”

Bu rivayeti İbn-i Hadid de Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 2, s. 450’sinde Firdevs kitabının sahibinden rivayet etmektedir. Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 1. babında Cem’ul- Fevaid, Fezail-i İbn-i Meğazili, Firdevs-i Deylemi,

Feraid’us- Simtayn-i Himvini ve Menakıb-i Harezmi’den az bir kelime farklılığıyla, Peygamber (s.a.a) ile Ali (a.s)’ın nurani yaratılışlarının, varlıkların yaratılmasından binlerce yıl önce gerçekleştiğini nakletmektedir.

Bu rivayete göre her ikisi de Abdulmuttalib’in sulbüne kadar tek nur imişler, orada ayrılıyorlar; yarısı Abdullah’ın sulbüne geçerek Hz. Peygamber (s.a.a) vücuda geliyor, diğer yarısı ise Ebu Talib (r.a)’in sulbüne geçerek Hz. Ali (a.s) vücuda geliyor.

Hz. Peygamber (s.a.a) nübüvvet ve risalet için, Hz. Ali (a.s) ise imamet, hilafet ve vesayet için seçiliyorlar. Nitekim nakledilmiş olan hadislerde de Peygamber (s.a.a) bunu bizzat buyurmuştur.

Harezmi Menakıb’ın 14., Maktel’ul- Hüseyn’nin ise 4. faslında, Sibt bin Cevzi Tezkire’nin 28. sayfasında, İbn-i Sabbağ Fusul’ul- Muhimme’de, Muhammed bin Yusuf ise Kifayet’ut- Talib’in 87. babında müsned olarak Şam Muhaddisi ile Irak Muhaddisi’nden, Ayrıca Mucem-i Taberani’den kendi senetleriyle nakletmiş olduğu beş rivayette Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ben ve Ali bir nurdan yaratıldık, birlikteydik, Abdulmuttalib’in sulbünde ayrıldık.”

Bu rivayetlerin yüce manalı ve faydalı olmasına rağmen çok uzun olduğundan dolayı tümünü zikretmekten sakınıyorum. (İsteyenler o kitaplara müracaat etsinler).

Bu hadisin ibare ve lafız farklılıkları, Peygamber (s.a.a)’in bir mecliste buyurup da ravilerin farklı nakletmesinden değil; farklı mekanlarda farklı tabirlerle beyan etmesinden olabilir. Bu, rivayetin kendisinden daha iyi anlaşılmaktadır.
Hz. Ali (a.s)’ın Cismani Soyu Hakkında

Cismani açıdan da Hz. Ali (a.s) hem anne, hem de baba yönünden büyük bir şerafete sahiptir. Bu da O’nun özgün faziletlerinden biridir.

Hz. Ali (a.s)’ın ecdadı, diğerlerinin aksine Hz. Adem’e kadar hep muvahhid ve tevhid ehli olmuştur. Bu temiz sulp, hiçbir kirli rahimde yer almamıştır. Bu büyük iftihar, ashaptan hiçbiri için nasip olmamıştır. Hz. Ali (a.s)’ın soyu sırasıyla şöyledir:

Ebu Talib (r.a), Abdulmuttalib, Haşim, Abdumenaf, Kusay, Kilab, Murre, Ka’b, Luvey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kenane, Huzeyme, Mudrike, İlyas, Muzır, Nizar, Meadd, Adnan.

Şeyh: Hz. Ali (a.s)’ın Ebu’l- Beşer Adem’e kadar soyunun muvahhid olduğunu söylemekle hata ediyorsunuz; biz zahire göre hüküm vermek zorundayız. Zira İbrahim’in babası Azer Kur’ân-ı Kerim’in apaçık beyanı üzere[1] putperest idi.
İbrahim (a.s)’ın Babasının Azer Olduğuna Dair Eleştiri ve Onun Yanıtı

Davetçi: Bu dikkatsiz ve düşüncesiz beyanınız geçmişlerinizi taklitten başka bir şey değildir. Sizin atalarınız da sahabenin şirk ve küfre varan soyunu her türlü yönden temiz göstermek ve anne ile babanın müşrik olmasının insan için bir ayıp olmadığını belirtmek için büyük Peygamber (s.a.a)’in ecdadında da bir müşrikin var olduğunu iddia etmiş, böylece kendi atalarını ve büyüklerini bu noksanlıktan tenzih etmeye çalışmışlardır!

Gerçekten üzüntü vericidir; bilgili insanların böylesine kasıtlı davranışları sadece inat, boşuna çırpınma ve kendi atalarına muhabbetten başka bir şeyle izah edilemez. Siz de adet üzere onların sözüne uymuş, böyle bir toplantıda söylediklerini tekrarlıyorsunuz. Halbuki soy bilimcilerinin ittifak etmiş olduğu üzere, Hz. İbrahim’in babası Tarıh’tır, Azer değil.

Şeyh: Siz nass karşısında içtihatla amel ediyorsunuz. Soy bilimcilerin görüşünü, Kur’ân karşı olmasına rağmen zikrediyorsunuz. Halbuki Kur’ân, Hz. İbrahim’in babasının putperest Azer olduğunu beyan ediyor.

Davetçi: Biz asla nass karşısında içtihada sarılmayız; çünkü biz sadece Kur’ân gerçeklerini öğrenmeye çalışıyoruz. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s)’ın yol göstericiliği sayesinde, bu ayetin örfteki meşhur bir kaide üzere olduğunu anlıyoruz. Çünkü örfte de amca ve üvey baba “baba” olarak adlandırılmıştır.

Azer hakkında iki görüş vardır; birine göre Azer İbrahim’in amcasıdır; diğerine göre ise amcası olduğu halde Hz. İbrahim’in babası Tarıh ölünce, Hz. İbrahim’in annesiyle evlenmiştir. Bu iki açıdan Hz. İbrahim ona baba diye hitap ediyordu. Yani hem amcası, hem de üvey babası olduğu için “baba” diye adlandırmıştır.

Şeyh: Biz Kur’ân-ı Kerim’in kendisinden bir delil olmadıkça Kur’ân’ın zahirinden el çekemeyiz. Yani Kur’ân’dan, onun İbrahim’in amcası veya üvey babası olduğu ispat edilmedikçe -ki kesinlikle ispat edemezsiniz- deliliniz yeterli değil ve kabul edilemez.

Davetçi: Bu kadar kesin konuşmayın, ki delil getirildiğinde şaşırıp kalasınız. Nitekim Kur’ân’ın bir takım ayetleri, örf kaideleri üzere beyan edilmiştir. Örneğin: Hz. Yakub çocuklarına hitaben şöyle buyuruyor:

“Yakub oğullarına: “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediğinde, onlar: ‘Senin İlahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahı olan tek bir İlaha ibadet edeceğiz; bizler O’na teslim olmuşuz’ dediler.”[2]

Bu ayetteki kastedilen şahit, İsmail kelimesidir; zira Kur’ân-ı Kerim’in de bildirdiği üzere Hz. Yakub’un babası İshak’tır; İsmail ise Yakub’un amcasıdır, babası değil. Ama Kur’ân örf kaidesi üzere amcaya baba diye hitap etmiştir.

Yakub’un oğulları örfen amcayı baba diye çağırıyorlardı. Bu yüzden verdikleri cevapta da amcayı baba saymışlardır. Dolayısıyla Kur’ân da bu soru ve cevabı aynen zikretmiştir.

İşte bu kaide esasınca Hz. İbrahim de amcasını ve üvey babasını baba diye çağırmıştır. Tarihe ve soy bilimcilerinin görüşüne göre, Hz. İbrahim’in babası Tarıh’tır, Azer değil.Hz. Peygamber’in Anne ve Babaları Arasında Müşrik Yoktu, Aksine Hepsi Allah’a İnanan Muvahhidlerdi

Peygamber (s.a.a)’in ecdadının müşrik ve kafir olmadığının bir diğer delili ise şu ayettir:

“Secde edenler arasında dönüp dolaşmanı da (görüyor).”[3]

Şeyh Süleyman Belhi (Yenabi’ul- Mevedde’nin 2. babında) ve diğer alimleriniz, Kur’ân müfessiri İbn-i Abbas’dan bu ayetin tefsiri konusunda şöyle rivayet etmişlerdir:

“Allah-u Teala Hz. Peygamber (s.a.a)’i, Hz. Adem’den babası Abdullah’a kadar muvahhidlerin sulbünde bir peygamberden diğer bir peygambere döndürüp dolaştırmış, zina değil şer’i bir nikahla babasının sulbünde karar kılmıştır.”

Bir başka delil de bütün alimlerinizin, hatta hadis ehli olan imam Salebi’nin de kendi Tefsirinde rivayet etmiş olduğu meşhur hadistir. Nitekim Süleyman Belhi el-Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 2. babında Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmiştir:

“Allah-u Teala beni Adem’in sulbünde yeryüzüne indirdi, Nuh’un sulbünde gemide karar kıldı, sonra da İbrahim’in sulbüne geçirdi. Böylece beni kerim sulplerden temiz rahimlere intikal ettirdi, en son olarak da zina üzere görüşmeyen anne-babamdan dünyaya getirdi.”

Başka bir rivayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Allah-u Teala asla beni cahiliye pisliklerine bulaştırmamıştır.”

Aynı babda İbn-i Salah-i Halebi’nin “Ebkar’ul- Efkar” ve Şeyh Abdulkadir’in “Şerh-i Kibrit-i Ahmer’in kitaplarından naklen Alauddevele Semnani’den detaylı bir hadis rivayet etmektedir, ki Cabir bin Abdullah Hz. Peygamber’e; “Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?” diye sorduğunda, Resulullah (s.a.a) uzun uzadıya cevaplar vermiştir.

Ama meclisin vakti kısıtlı olduğundan dolayı, sadece olarak hadisin sonunda yer alan şu cümleyi aktarıyorum:

“Allah-u Teala benim nurumu temizden temize, tahirden tahire aktardı ve en son babam Abdullah bin Abdulmuttalib’in sulbünde karar kıldı ve oradan da annem Amine’nin rahmine aktardı. Oradan da beni dünyaya getirerek elçilerin efendisi ve nebilerin sonuncusu karar kıldı.”

Hz. Peygamber (s.a.a)’in; “Benim nurumu temizden temize, tahirden tahire aktardı.” sözünden de anlaşıldığı gibi O Hazretin ecdadı asla kafir ve müşrik olmamıştır. Zira Kur’ân da şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki kafirler necistir.” Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’in soyu hep temiz sulplerden temiz rahimlere aktarılmış ve necis olan müşriklere asla bulaşmamıştır.

Hakeza Yenabi’nin 2. babında Kebir’den naklen İbn-i Abbas’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Ben asla cahiliye zinasıyla vücuda gelmedim, ben İslâm’daki gibi şer’i bir nikah üzere dünyaya geldim.”

Acaba Nehc’ül Belağa’nın 93. hutbesini okumadınız mı? Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’in ecdadı hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah-u Teala, Peygamberleri en üstün emanet yerlerine emanet etmiş, en hayırlı karar yerlerinde kararlaştırmıştır. En yüce sulpten, temiz kılınmış rahimlere aktarmıştır. Onlardan her gelip geçenin yerine, dinini ayakta tutmak için halefler getirmiştir.

Sonunda şanı yüce olan Allah’ın lütfü Muhammed’e ulaştı. Onu en yüce kaynaktan, en değerli rahimden; enbiyasını açığa çıkardığı ve eminlerini seçtiği ağaçtan çıkarmıştır.”

Eğer sizlere bu tür deliller getirmeye devam edecek olursam meclisin tüm vaktini almış olurum. Özellikle sizin gibi insaflı beyler için bu kadar yeter. Biliniz ki Peygamber (s.a.a)’in soyu ve ecdadı Hz. Adem’e kadar hep mümin ve muvahhid kimselerdir. Şüphesiz Ehl-i Beyt, beytte (evde) olanı diğer kimselerden daha iyi bilir. Risalet hanedanı ve taharet beytinin ehli de başkalarına oranla babalarını daha iyi tanırlar.

Peygamber (s.a.a)’in ecdadının hep mü’min ve muvahhid olduğu ispatlanınca, Ali (a.s)’ın ecdadının da mümin ve muvahhid olduğu kendiliğinden ispatlanmış olur.

Zira Şia’da mütevatir olmakla birlikte bizzat kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu rivayetler esasınca Hz. Peygamber (s.a.a) ile Ali (a.s) bir nur idiler. Abdulmuttalib’e kadar hep temiz ve pâk bir sulbde bulunmuş, orada birbirlerinden ayrılmışlardır.

Nuraniyet ve cismaniyet aleminde de hep birlikte idiler. Peygamber (s.a.a) nerede olmuşsa, Ali (a.s) da orada olmuştur. Dolayısıyla böylesine nurlu bir soya sahip, Resulullah (s.a.a)’a en yakın ve temiz bir insanın hilafet makamına herkesten daha evla ve müstahak olduğu aklın da hükmettiği bir gerçektir.

Şeyh: Azer ve Tarıh hakkında rivayet ettiğiniz tarihi gerçekler ışığında Peygamber (s.a.a)’in ecdadının temizliğini ispat etmiş olsanız da bu gerçek Hz. Ali (a.s) hakkında geçerli değildir. 

Abdulmuttalib’e kadar muvahhid olduklarını söylesek bile Hz. Ali’nin babası Ebu Talib hakkında bunu söylemek mümkün değil. Zira Ebu Talib küfür üzere dünyadan göçtü!