Şia Mezhebini Eleştirme

Hafız: “Elbette tarih tanıklık ediyor ki, her büyük peygamberden sonra düşmanlar, Tevrat ve İncil gibi onların kutsal kitaplarına el uzatmış ve birçok tahrifler yaparak onların dinini zayi ederek itibar derecesinden düşürmüşlerdir.

Ama İslam dininde Kur’ân-ı hakimin muhkem olması vasıtasıyla o güce sahip olamadıklarından dolayı Abdullah bin Seba-i Sena-i, Ka’b’ul- Ahbar ve Veheb bin Münebbih gibi daima hilekar olan Yahudilerden bir grup kimseler zahiren Müslüman olup zehirli propagandalar yapmaya karar alıyorlar, Peygamber (s.a.a)’in sözleri adı altında, kendi inançlarıyla birlikte diğer bir takım batıl inançları Müslümanların arasında yayıyorlar.

Üçüncü halife Osman bin Affan (r.z) onları takip ediyor, halifenin korkusundan firar ediyorlar. Mısır’ı kendi merkezleri yapıp yavaş yavaş bir grup insanları aldatarak kendilerine tabi kılıyorlar ve “Şia” isminde bir hizip kuruyorlar. Osman’ın halife olmasına rağmen Ali’yi imam ve halife olarak tanıtıyorlar. Kendi hedeflerine uygun olarak; “Peygamber Ali’yi halife ve İmam kılmıştır” diye bazı sahte hadisler uyduruyorlar.

Bu hizbin kıyamı neticesinde çok kanlar dökülüyor; nihayet bu olay, mazlum halife Osman’ın öldürülmesine ve Ali’nin hilafet makamına oturtulmasına yol açıyor. Osman’dan rahatsız olan bir cemaat da Ali’nin etrafını sarıyorlar; Şia hizbi işte o zamanda kuruluyor. Ama Beni Ümeyye’nin hilafeti döneminde Ali’nin evlatları ve dostlarının öldürülmesiyle bu hizip zahirde karanlıklara karışıyor.

Ama Selman-ı Farisî, Ebuzer-i Gifari gibi bazı insanlar Ali’nin (kerremallah vechehu) lehine ciddi bir şekilde propaganda yapıyorlar; kesinlikle Ali’nin ruhu bu çeşit propagandalardan beridir (uzaktır). 

Bu durum Harun’ur- Raşid’in ve özellikle İranlıların eliyle kardeşi Muhammed Emin’e galip olan ve hilafet makamında sabitleşen oğlu Memun’ur- Raşid-i Abbasi’nin hilafet dönemine kadar öylece devam ediyor; öyle ki artık Ali bin Ebi Talibi destekleyip onu haksız yere Hülefa’ür- Raşid’in (üç halife)’den üstün kılmaya çalışıyorlar.

İranlıların da, memleketlerinin Arapların kudret eliyle işgal olması ve istiklallerinin yok olması vasıtasıyla araları onlarla iyi olmadığından dolaya din adıyla Arapların karşısında kıyam etmeleri için bir yol bulmaya bahane arıyorlardı. İşte bundan dolayı o haksız tutumu beğenip ona uydular; hatta bu Şia hizbinin çevresinde yaygara çıkardılar, Diyaleme zamanında güç kazandılar ve iktidarlı Safeviye saltanatı döneminde bu Şia hizbi bir resmi mezhep olarak tanıtıldı; Mecusî İranlılar da şimdiye kadar siyaset icabıyla mezheplerini Şia olarak tanıtıyorlar.

Kısacası Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Yahudi Abdullah bin Seba’nın eliyle ortaya çıkmıştır. Daha önceleri İslam’da Şia diye bir isim yoktu; ceddiniz Nebiy-yü Ekrem (s.a.a) de kesinlikle bu isimden nefret ediyor. Çünkü onun isteğinin hilafı üzerine bu yola adım atılmıştır. Hakikatte Şia, Yahudilerin mezhep ve akidelerinden bir şubedir denilebilir.

İşte bundan dolayı sizin gibi şerif ve nesebi tertemiz olan bir şahsın, adet üzerine ve geçmişleri taklit ederek burhan ve delilsiz yüce ceddinizin yolu olan tertemiz İslam dinini bırakıp da bidat icat eden Yahudilik yoluna tabi olması gerçekten beni şaşırtıyor; halbuki Kur’ân’a ve ceddiniz Resulullah’ın sünnetine uymaya siz daha evlasınız (layıksınız).”

(Meclistekilerin ve Hindistanlı şerif müminlerin özellikle Hindistan şialarının otoriteli olan gayretli ve hararetli Kızılbaşların, Hafız beyin sözlerinden öfkelendiklerini ve renklerinin değiştiğini görünce biraz onlara nasihat edip onları sabır ve tahammüle davet ettim ve dedim ki; İran’da şöyle bir ata sözü vardır diyorlar ki: “Şah Name’nin sonu hoştur.” veya “Sabret, sabır kurtuluşun anahtarıdır.” Sonra cenab-ı Hafız’ın cevabında şöyle dedim:)

Muhaliflerin Eleştirilerine Cevap


Davetçi: Sizin gibi alim bir şahısın, kesinlikle aslı olmayan böyle saçma, esassız ve hurafe sözlerle delil getirmesi gerçekten şaşırılacak bir şeydir. Çünkü bunlar Havariç münafıklarının mutaassıp Nasibilerin ve Emevilerin yaydığı ve avam halkın da araştırmaksızın, hiçbir delil ve burhanları olmaksızın tabi oldukları şeylerdir.

Şimdi eğer müsaade verirseniz meselenin aydınlığa kavuşması, muammanın çözülmesi ve hakikatin ortaya çıkması için gerçekten uzak sözlerinizin cevabını, toplantının süresinin yettiği kadarıyla özet olarak vermeye çalışacağım.

Hafız: Buyurun, sözlerinizi bütün dikkatimizle dinlemeye hazırız.

Davetçi: Evvela alicenabınız tamamıyla iki zıt meseleyi birbiriyle karıştırdınız. Eğer Şia’nın hadislerinde çok kınanan ve münafıkların listesinde tanıtılan Yahudi münafık ve melun Abdullah bin Seba bir kaç gün kendisini halk arasında Hz. Ali (a.s)’ın dostu olarak tanıtmışsa onun Şia-i İmamiyye ile ne ilişkisi vardır? 

Eğer bir kurt koyun postuna girer veya bir hırsız alim ve bilgin kimselerin elbisesiyle kendisini minber ve mihrapta gösterir ve onun yüzünden İslam ve Müslümanlara bazı zararlar ulaşırsa, o zaman bütün alim ve bilginlere kötü gözle mi bakmak gerekir? Onların hepsi hırsızdırlar mı demeliyiz?

Gerçekten tertemiz Şia mezhebini, melun Abdullah bin Seba’nın hesabına atıf etmeniz (ve o çıkarmıştır diye Şia’yı lekelemeniz) insafsızlıktır!

Hak olan Şia mezhebini küçümseyip onu bir siyasi hizip olduğunu söylemeniz ve Osman’ın zamanındaki melun Abdullah bin Seba’nın bidat ve eserlerinden saymanız gerçekten şaşırılacak bir şeydir.

Hakikaten çok büyük bir yanlışlığa düştünüz. Çünkü Şia bir hizip değildi; hak bir mezhep ve hak bir yoldu. Osman’ın hilafet döneminde ortaya çıkmamıştır; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında ve O Hazretin kendi düsturu ve buyruğuyla yaygınlaşmıştır.

Eğer siz Havariç ve Nasibilerin yalan ve iftiralarıyla delil getiriyorsanız, biz de hakkın batıldan ayırt edilmesi için Kur’ân-ı Kerim ve kendi muteber hadislerinizden delil ve şahitler getiriyoruz.

Şunu da hatırlamak istiyorum ki, hakikat ortaya çıktıktan sonra mahcup olmamanız için, daima söz ve amellerinize oldukça dikkat gösteriniz.

Eğer müsaade ediyorsanız ve sözlerim de tabiatına ters düşmüyorsa, meselenin buyurduğunuz gibi olmadığının ispat ve izahı için sözlerinizin cevabını vereyim?

Hafız: Elbette buyurunuz; zaten bu toplantının düzenlenmesi ve bizim burada toplanmamız hakikatlerin ortaya çıkması ve şüphelerin giderilmesi içindir; kesinlikle delile dayalı sözlerden rahatsız olmayız.
Şia’nın Manası ve Teşeyyü’nün Hakikati Hususunda

Davetçi: Elbette beyler biliyorlar ki Şia sözlükte takip etme ve taraftar manasındadır; “şiat’ür- recül” yani kişinin takipçisi ve yardımcısı. Sizin büyük alimlerinizden olan Firuz Abadi kendi lügatında şöyle diyor: “Şu isim (Şia lafzı) ile genellikle Ali ve Ehl-i Beytini sevenler adlandırılmıştır; öyle ki artık onlar için özel bir isime dönüşmüştür.”

Ama siz bilerek veya unutarak veyahut tefsir ve hadis ilmine ihatanız olmadığından ve geçmişlerin sözlerinin etkisinde kalarak hiçbir deliliniz olmaksızın; “Şia lafzı ve onun Ali ve Ehl-i Beytinin (aleyhim’us- selam) takipçilerine verilmesi Osman zamanında ortaya çıkmıştır ve bu ismi veren de Yahudi Abdullah bin Seba'dır” diye buyurarak büyük bir yanlışlığı düştünüz; oysa ki mesele buyurduğunuz şekilde değildir.

Sizin kendi kitap ve tefsirlerinizde yer alan muteber hadislere göre Şia terimi Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında Ali bin Ebi talip (a.s)’ın takipçilerine verilen isimdir.

Şia ismini Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren, sizin sözünüzün aksine Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsı olmuştur. Bu kelime vahiy sahibinin kendi dilinden cari olmuştur; O Peygamber ki Allah-u Teâla onun hakkında şöyle buyurmuştur:

“O, heva ve hevesten (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; söyledikleri yalnızca O’na vahy olunan şeyden başka bir şey değildir.”[48]

İşte böyle bir Peygamber’in kendisi Hz. Ali (a.s)’ın taraftar ve takipçilerini, “Şia”, “Naci” ve “Kurtuluşa Erenler” olarak adlandırmıştır.

Hafız: Nerede böyle bir şey var da biz onu şimdiye kadar görmemişiz?

Davetçi: Siz görmemişsiniz veya görmek istememişsiniz veyahut görüp de gerçeği itiraf etmeyi kendi makamınıza uygun görmüyorsunuz veyahut da etba (tabi olan, taraftar...) ve müritlerinizi göz önünde bulunduruyorsunuz.

Ama biz görmüş ve hakkı gizlemeyi de din ve dünyamıza uygun görmüyoruz. Çünkü Allah-u Teâla Kur’ân-ı Kerim’in iki ayetinde hakkı gizleyenlere açıkça lanet etmiş ve onları ateş ehli bilmiştir.

Birincisi; Bakara suresi ayet 159’da şöyle buyurmuştur:


“Şüphesiz apaçık belgelerden (ayetlerden) indirdiklerimizi ve insanlar için kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet ediciler lanet eder.”

İkincisi; yine Bakara süresi ayet 174’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir karşılığı) satın alanlar; onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.”

Hafız: Ayet-i şerife haktır; elbette kim hakkı gizlerse bu ayetlerin konumu dahilindeki kimse olacaktır. Ama biz şimdiye kadar gizleyecek bir hak tanımadık; elbette her hakkı tanıdıktan sonra onu göz ardı edip saklarsak bu ayetin hükmü bizim de hakkımızda geçerli olacaktır; ümidimiz, hiçbir zaman mezkur ayetlerin hükmüne tabi tutulmamaktır.

Davetçi: Şimdi Allah-u Teâla’nın lütuf ve inayetiyle ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in özel teveccühü ile edebildiğimiz kadar güneşten daha apaçık olan hakkı, örtülü perdenin altından çıkarıp aziz kardeşlerime (mecliste hazır bulunan Ehl-i Tesennün’e işaret) göstereceğim. Ümit ederim ki, zikrettiğimiz her iki ayeti daima gözümüzün önünde bulundurup adet ve taassubun bizlere galip gelmesine ve herhangi bir hakkı gizlemeye sebep olmasına müsaade etmeyiz.

Hafız: Allah şahidim olsun ki, her vakit bir hak bana sabit olursa, cidal etmeyeceğim. Alicenap benimle muaşeret etmediğinden dolayı ahlakımı bilmiyorsunuz; nefsimin isteklerine galip olmak için çok ciddi ve kararlıyım. Her vakit bir konuşmanın karşısında sustuğumu görürseniz, o zaman bilin ki o mevzu hakkında tamamıyla aydın (ikna) olmuşum. Eğer mücadele ve mugalâta için bir yol olsa da cedel etmeyeceğim; eğer cedel etmeye kalkışırsam kesinlikle bu iki ayetin hükmüne dahil.

Şimdi hak olan beyanlarınızı dinlemeğe hazırım; inşaAllah ki, Allah-u Teâla bizi ve sizi hakka hidayet eder.

Davetçi: Hafız Ebu Naim-i İsfehanî Ahmed bin Abdullah ki, ulema-i i’zam, muhaddisin-i fiham ve muhakkikin-i kiramınızdandır; İbn-i Hallakan “Vefeyat’ul- A’yan” kitabında onu şöyle tarif etmiştir: “O, en büyük güvenilir hafızlardan ve en bilgili mühaddislerdendir. Onun on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabı en güzel kitaplardandır.”

Salahuddin Halil bin İpek-i Safdi “Vafi bi’l- Vefeyat” kitabında onun hakkında şöyle diyor: “Tac’ul- muhaddisin hafız Ebu Naim ilim, zühd ve diyanette imamdı; rivayetleri anlamakta, onları nakl etmekte, hıfz ve dirayet gücünde yüce bir makama sahipti. Onun en güzel tasniflerinden biri de on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabıdır; bu kitap sahihayn (Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim)’dan tahriç edilmiştir.

Buhari ve Müslim’deki hadislere ilaveten, kendisinin duymuş olduğu birçok diğer hadisleri de nakletmiştir. Muhammed bin Abdullah el-Hatibi de “Rical-i Mişkat’il- Mesabih”de onu şöyle tarif ediyor: “O, güvenilir hadis şeyhlerindendir; onun hadisleriyle amel edilmiş ve sözlerine de başvurulmuştur; o, şanı yüce birisidir; yaşı ise 69’dur.”
Teşeyyü Makamının İzahı Hakkında Ayet ve Rivayetler

Hülasa alim, hafız, muhaddis olan ve alimlerinizin de onunla iftihar ettiği böyle bir kimse kendi senediyle muteber kitabı “Hilyet’ul- Evliya”da İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor: “Beyyine” suresinin şu yedinci ayeti: “İnnellezine âmenu ve amil’us- salihati ulâike hum hayr’ul- beriyyeti cezâuhum...”[49] nazil olduğunda Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebi Talib’e hitaben şöyle buyurdu:

“Ya Ali! “Hayr’ül- berriye”den (yaratılmışların en hayırlılarından) maksat sen ve senin şialarındır. Kıyamet günü sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı ve hoşnut olduğunuz halde gelirsiniz.”

Ebu’l- Müeyyid Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi “Menakıb” kitabının on yedinci bölümünde, sizin büyük müfessirlerinizden olan Hakim Ebu’l- Kasım Ubeydullah bin Abdullah’il- Haskalani “Şevahid’ut- Tenzil fi Kavaid’il- Tefsir” kitabında Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib” kitabında, Sibt bin Cevzi “Tezkiret’ul- Havvas’ul- Ümmet-i fi Marifet’il- Eimmeti” kitabında ve Munzir bin Muhammed bin Munzir, özellikle Hakim rivayet etmişler ki (sizin büyük alimlerinizden olan) Hakim Ebu Abdullah Hafız, merfu[50] bir senetle bize haber verdi ki Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talib’in (kerremellah vechehu) katibi Yezid bin Şerahil O Hazretin şöyle buyurduğunu duydum dedi:

“Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) vefat ettiğinde mübarek sırtı göğsüm üzerinde idi, buyurdular ki: “Ya Ali! Allah-u Teâla’nın; “İmam edip salih amellerde bulunanlar, yaratılmış olanların en hayırlılarıdır” buyruğunu duymadın mı? İşte onlar senin şialarındır; benim ve sizin buluşma yeri Kevser havuzunun kenarıdır. Bütün ümmet hesap için toplandıklarında “Ğurren muhaccelin” (el ve abdest azaları nurlu olanlar) diye çağrılırsınız.”

Yine iftihar edilen alimlerinizden olan ve H. Dokuzuncu asırda, sünnet ve cemaat tarikinin müceddidi olarak tanınan Celaluddin-i Süyuti, “Dürr’ül- Mensur fi Kitabillah’i bi’l- Me’sur” tefsirinde zamanın fazıllarından ve büyük alimlerinizin güvendiği kişilerden olup İbn-i Asakir-i Dimaşki[51] ismiyle meşhur olan Ebu’l- Kasım Ali bin Hasan’dan o da Hz. Peygamber (s.a.a)’in büyük ashabından olan Cabir bin Abdullah-i Ensari’den şöyle dediğini naklediyor:

“Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğumuz bir sırada Ali bin Ebi Talip (a.s) içeri girdi, derken Hz. Peygamber şöyle buyurdular:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu (Hz. Ali’ye işaret) ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerdir.” Bu esnada mezkur ayet (İnnellezine amenu...) nazil oldu.

Yine aynı tefsirde İbn-i Adi’den, (o da) İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmiştir: “Mezkur ayet nazil olduğunda Resul-ü Ekrem (s.a.a) Emir’ul- Muminin Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Sen ve şiaların kıyamet günü, Allah sizden siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz.”

Menakıb-i Harezmi’nin dokuzuncu bölümünde Cabir bin Abdullah’dan şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah (s.a.a)’in huzurunda idik. Ali (a.s) bize doğru geldi, Peygamber; “Kardeşim Ali yanınıza geldi.” buyurdular; sonra Kabe’ye doğru yöneldi, Ali’nin elini tutup şöyle buyurdu:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu Ali ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

Resulullah (s.a.a) daha sonra şöyle buyurdular: “Ali hepinizden daha önce iman getirdi; O, Allah’ın ahdine vefalı olanınız, halkın arasında en adiliniz, en güzel eşit taksim edeniniz ve Allah katında makamı en yüce olanınızdır.”

Bu esnada daha önce zikr olan ayet nazil oldu; artık o zamandan itibaren Ali bir kavmin arasında görüldüğünde, Peygamber’in ashabı; “Yaratılmış olanların en hayırlısı geldi” diyorlardı.

Yine İbn-i Hacer, “Savaik”in on birinci babında sizin büyük fakih ve alimlerinizden olan hafız Cemaluddin Muhammed bin Yusuf-u Zerendi el-Medeni’den nakletmiştir ki, mezkur ayet nazil olduğunda Resulullah-ü Ekrem (s.a.a) Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen ve şiaların Hayr’ul- beriyye’siniz (yaratılanların en hayırlılarısınız); Sen ve şiaların, kıyamet günü Allah sizden, siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz; düşmanların ise gazaplı ve (boyunlarına halkalar geçirildiğinden dolayı) başları yukarı kalkık bir halde gelirler.”

Hz. Ali; “Düşmanım kimlerdir?” dediğinde Resulullah (s.a.a); “Senden teberri[52] eden ve sana lanet okuyan kimselerdir.” buyurdular.

Yine sizin muvassak[53] alimlerinizden olan Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kubra” kitabında ve mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik’ul- Muhrika”da Hz. Peygamberin muhterem zevcesi ve müminlerin annesi Ümmü Seleme’den Hazretin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ya Ali! Sen ve ashabın cennettesiniz; sen ve şiaların cennettesiniz.”

Harezm hatiplerinin en üstünü Muvaffak bin Ahmed “Menakıb” kitabının on dokuzuncu bölümünde senediyle Resulullah (s.a.a)’den Hz. Ali (s.a.a)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:

“(Senin ümmetim arasındaki meselin (örneğin), Mesih İsa bin Meryem’in meseli (örneği) gibidir. Zira onun kavmi üç fırka oldu: Bir fırka havariler olan müminler, bir fırka Yahudi olan düşmanlar, bir fırka da O cenap hakkında haddi aşan gulat.[54] Ümmetim de senin hakkında üç fırka olacaklar:

Bir fırka mümin olan şiaların, bir fırka ahd ve biati bozan düşmanların (Nakisin), bir fırka da sapık olan ve senin hakkında haddi aşan ifratçılar. Ya Ali! Sen ve şiaların cennettesiniz, şialarının dostları da cennettedir; düşmanların ve senin hakkında haddi aşanlar ise cehennem ateşindedir.)

Sohbet buraya vardığında ezan sesi duyuldu, beyler namaz kılmaya kalktılar. Namaz kıldıktan sonra çay içmekle meşgul olunduğu sırada cemaat namazını kılmak için camiye giden sayın seyyid Abdülhay efendi de namazı kılıp geri döndüler ve; “Ev yakın olduğu için bu bir kaç cilt kitabı da kendimle getirdim, bunlar, “Tefsir-i- Süyuti”, “Meveddet’ul- Kurba”, “Müsned-i Ahmed bin Hanbel” ve Menakıb-ı Harezmi’dir” dediler.[55]

Kitaplar açılıp aynı mezkur hadisler ve meseleyi teyit eden diğer bir kaç hadis de okundu. Beylerin rengi değişiyordu, özellikle kendi takipçilerinin yanında mahcup oldukları dikkat çekiyordu. Bu sırada az önce zikredilen hadisi “Meveddet’ul- Kurba” kitabında okudular; üstelik yeni karşılaştıkları diğer iki hadisi de okudular. Rivayet ediliyor ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ya Ali! Yakın bir zamanda sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı olduğunuz bir halde O’nun huzurunda çıkacaksınız, düşmanların ise öfkeli ve (boyunlarında halkalar olduğundan dolayı) başları yukarı doğru bir halde Allah’ın huzuruna çıkarlar.”

Davetçi: İşte bunlar Kur’ân-ı Kerim ve kendi kitaplarınızda yazılmış olan sağlam hadislerle teyit olan özet olarak naklettiğimiz muhkem delillerdi. Eğer sabaha kadar ezberden ve karşınızda ki bu kitapların yüzünden hedef ve maksadı isbat etmek istesem, Allah’ın yardımıyla buna kadirim.

Sanıyorum yanlışlıkların giderilmesi için örnek olarak naklettiğimiz bunca rivayet yeterli olsa gerek. Beyler artık bundan sonra düşmanların saçma sapan sözlerini ağzınıza almayın. Hariciler, Nasibiler ve Emvilerin uydurdukları sözlere uyarak her şeyden habersiz avam halka; “Şia lafzını vazeden (çıkaran) Yahudi Abdullah bin Seba’dır” diyerek meseleyi yanlış olarak onlara aktarmayın.

Muhterem beyler, biz şialar Yahudi değiliz; biz Muhammedi’yiz. “Şia” lafzını Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren de mel’un Abdullah bin Seba değildir; Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsıdır. Biz Abdullah bin Seba’yı münafık ve mel’un bir kimse biliyoruz; delil ve burhansız da hiçbir fert veya gruba uymayız.

Şia lafzı Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine, sizin dediğiniz gibi Osman’ın zamanında söylenmedi; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında O Hazretin has sahabesine “Şia” söylüyorlardı. 

Nitekim Hafız Ebu Hatem-i Razi, alimler arasında mütedavil (kullanılan) lafızların tefsirinde yazdığı “Ez-Ziynet” kitabında şöyle yazıyor: “İslam’da Resulullah’ın kendi zamanında ortaya çıkan ilk isim “Şia” ismidir. Ashabdan dört kişi “Şia” lakabıyla çağırılıyorlardı:

1- Ebuzer-i Gifari


2- Selman-ı Farisî


3- Mikdad bin Esved-i Kendi


4- Ammar bin Yasır.


Beyler düşünün, eğer bu terim bidat olsaydı, Peygamber’in zamanında Hazretin özel ashabından olan dört kişiyi “Şia” lakabıyla çağırmaları ve Hz. Peygamber’in de bu kelimenin bidat olduğunu bilip onları menetmemesi mümkün müdür?

Binaenaleyh onların, Ali şialarının kurtuluş ehli olduğunu Hz. Peygamber’in bizzat kendisinden duymuş oldukları anlaşılmaktadır. İşte bundan dolayı böyle bir makamla iftihar ediyorlardı ve ashap açıkça onları Şia ismiyle çağırıyordu.