Hz.Ali’nin Hilafeti Dönemindeki Kıyamların Sebepleri

Evvela; yirmi beş yıla yakın bir zamanda, insanlar Hz. Ali (a.s)’ın düşmanlığı ve kiniyle terbiye edildiler. Dolayısıyla bir anda onun hilafetini kabul edemezlerdi.

Nitekim hilafetinin ilk günlerinde eşraftan birisi mescide girip Hz. Ali (a.s)’ın minberde olduğunu görünce yüksek sesle şöyle demişti: “Halife Ömer yerine minberde Ali’yi gören gözlerim kör olsun.”

İkinci olarak; dünya talep insanlar onun adaletini kabul edemiyorlardı. Özellikle de Osman zamanında Emevi hakimleri mutlak bir özgürlük içindeydi, dolayısıyla kendi arzu ve isteklerini temin edecek birinin iş başına gelmesini istiyorlardı. Nitekim Muaviye döneminde bütün arzuları gerçekleşti ve dünyevi hedeflerine ulaştılar.

İlk başta Hz. Ali (a.s)’a biat eden Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’den istedikleri makamları elde edemeyince hemen biatlerini bozup Cemel ve Basra fitnesini çıkardılar.

Üçüncü olarak; dikkatle tarihi incelerseniz ve insaflıca hüküm verirseniz, Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin ilk günlerinde insanları fitne ve fesada teşvik edenin, kan dökmeye çağıranın kim olduğunu açıkça görürsünüz. 

Şüphesiz ki bu kimse Aişe’dir. Sünni ve Şii bütün muhaddis ve tarihçilerin yazdığı üzere Aişe, evden çıkmamasını emreden Peygamber (s.a.a)’e muhalefet ederek deveye binip Basra’ya gitmiş, fitne fesat çıkarmış, birçok Müslüman’ın kanının dökülmesine sebep olmuştur.

Dolayısıyla bu fitne ve fesatların nedeni Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliği değildi, aksine 25 yıl boyunca kin içinde yaşayanlar, Aişe’nin düşmanlığı ve dünya perestlerin arzuları bütün bu fitne ve fesatlara neden olmuş ve haksız yere kan dökmüştür.

Ayrıca tarihe bakmadan iç savaşların ve dökülen kanların Hz. Ali (a.s)’ın siyasetsizliğinden kaynaklandığını zannediyorsunuz. Halbuki aslında bütün zahiri savaşların ve dökülen kanların sebebi Aişe idi. Peygamber (s.a.a)’in bütün yasaklamalarına rağmen Hz. Ali (a.s)’ın karşısında kıyam etmiş, savaşların ve dökülen kanların sebebi olmuştur.

Eğer Aişe kıyam etmeseydi, hiç kimse onun karşısında kıyam edemezdi. Zira Peygamber (s.a.a) açıkça şöyle buyurmuştur: “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır.” Dolayısıyla insanları cesaretlendiren ve Hz. Ali (a.s) ile savaşan Aişe idi. Aişe Cemel savaşanı başlatarak ve Hz. Ali’ye kötü laflar ederek halkı cesaretlendirdi.


Peygamber (s.a.a)’in Basra, Sıffin ve Nehrevan Savaşlarından Haber Vermesi

Ayrıca Hz. Ali (a.s)’ın münafıklarla ve Basra, Siffin ve Nehrevan’daki muhaliflerle yaptığı savaşları, Peygamber (s.a.a)’in kafirlerle savaşları gibiydi.

Şeyh: Nasıl Olur da Müslümanlarla savaşmak müşriklerle savaşmak gibi sayılabilir?

Davetçi: Çünkü Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, imam Nesai Hasais’ul- Alevi’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Muhammed Ebu Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc'ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 67’de rivayet etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ın yaptığı savaşları, 

Nakisin, Kasitin ve Marikin savaşları diye adlandırmıştır. Nakisin’den maksat Talha Zübeyr ve etrafındaki kimselerdir. Kasitin’den maksat Muaviye ve taraftarlarıdır,

Marikin’den maksat ise Nehrevan Haricileri’dir. Bunların hepsi de baği ve isyan ehliydi. Katledilmeleri farzdı. Peygamber (s.a.a) bu savaşları haber vermiş ve onlarla savaşmayı emretmiştir.

Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 37. Bab’da müsned olarak Said bin Cübeyr’den, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in Ümmü Seleme’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Bu Ali bin Ebi talib, eti benim etim, kanı benim kanımdır. O bana nisbet, Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir; şu farkla ki benden sonra Peygamber olmayacaktır. 

Ey Ümmü Seleme, bu Ali Mü’minlerin emiri, Müslümanların efendisi, ilmimin hazinesi, vasim ve kendisinden girilen ilim kapımdır. O benim dünya ve ahirette kardeşimdir, yüce makamda benimle birliktedir. O Kasitin, Nakisin ve Marikin ile savaşacaktır.”

Muhammed bin Yusuf daha sonra bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadiste Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’nin üç grupla savaşacağını haber vermiştir. Peygamber (s.a.a)’in vaadi haktır. Ali (a.s)’a bu üç grupla savaşmasını emretmiştir. Nitekim Mihnef bin Suleym şöyle diyor:

“Eba Eyyub Ensari bir orduyla savaşa hazırlandı, ben ona şöyle dedim: Ey Eba Eyyub Ensari, sen Peygamber (s.a.a)’in yanında müşriklerle savaştın, şimdi de Müslümanlarla savaşa mı hazırlanıyorsun? Bana şöyle cevap verdi: “Peygamber (s.a.a) bana Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşmamı emretmiştir.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu üç grupla yaptığı savaşın kafir ve müşriklerle yaptığı savaş gibi olduğunu söylemem de bizzat alimlerinizin rivayet etmiş olduğu bir rivayette yer almıştır.

Örneğin: İmam Nesai, Hesais’ul- Alevi 155. Hadis’de (Ebu Said Hudri’den müsned olarak), Süleyman bin Belhi Yenabi s. 59 12. Bab’da Cem’ul- Fevaid’den, o da Ebi Said’den şöyle rivayet etmektedir: “Biz ashapla oturmuş Peygamber (s.a.a)’i bekliyorduk, Peygamber (s.a.a), ayakkabı tasması kopmuş bir halde bize geldi, ayakkabısını Ali’ye verdi, Ali ayakkabıyı tamir ederken Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Ben müşriklerle Kur’ân-ı Kerim’in tenzili hakkında savaştığım gibi, sizden biri de Kur’ân-ı Kerim’in te’vili hakkında savaşacak kimdir?”

Ebu Bekir; “Bu ben miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.a); “Hayır.” buyurdu. Ömer; “Bu ben miyim?” dedi. Peygamber (s.a.a); “Hayır” dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: “O kimse, ayakkabımı tamir edendir.(Yani Ali’dir.)”

Bu hadis, Hz. Ali (a.s)’ın savaşlarının hak üzere yapılan cihat olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in apaçık gerçeği, tenzili ve manasının korunması için olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.a)’in savaşları da Kur’ân-ı Kerim’in tenzili ve zahirinin korunması için olmuştur.

Hz. Ali (a.s)’ın yaptığı üç savaş, Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi Müslümanlarla yapılan savaş değildi. Aksi takdirde Peygamber (s.a.a) savaşmayı emretmez, hatta nehiy ederdi.

Onları Nakisin, Kasitin ve Marikin adlandırmazdı. Dolayısıyla bu onların mürtet olmalarının, Kur’ân karşısında kıyam etmelerinin ve müşrikler gibi Kur’ân aleyhine savaşmalarının en büyük delilidir. 

O halde Hz. Ali (a.s)’ın savaşları siyasetsizliğinden değildir. Aksine muhaliflerinin Peygamber (s.a.a)’e itaatsizliğinden ve nifaklarından kaynaklanmıştır.

Siz Hz. Ali (a.s)’ın beş yıllık hükümetini adalet üzere ve insaflıca inceleyecek ve ülke idaresi için verdiği hükümleri gözden geçirecek olursanız (örneğin; Malik-i Eşter, Muhammed bin Ebi Bekir, 

Osman bin Hanif, Abdullah bin Abbas, Kasım bin Abbas’a verdiği emirleri ve talimatları Nehc’ül- Belağa’da da yer almıştır.) Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali gibi adil bir siyasetçinin henüz dünyaya gelmediğini kabulleneceksiniz. 

Hz. Ali (a.s)’ın dost ve düşmanı herkes bunu kabul etmektedir. Zira Hz. Ali (a.s) muttakilerin İmamı, Allah’ın kitabını en iyi bilen, te’vil, nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, mücmel ve mufassal hükümlerini, gayb ve şühud alemini en iyi tanıyan biriydi

Şeyh: Ben bu cümlenin manasını anlayamadım, Hz. Ali (k.v)’in gayb ve şahadeti bildiğini beyan ediyorsunuz. Gayb ve şehadetten maksat nedir? Lütfen daha açık beyan ediniz?

Davetçi: Bu cümlede anlaşılmayacak bir şey yoktur. Enbiya ve evsiya Allah’ın verdiği feyizlerle insanlara gizli olan bazı sırları biliyordu. Elbette her birisi davetleri için gerekli olduğu kadarıyla gaybi sırları biliyordu. Peygamber (s.a.a)’den sonra böyle bir şeye sahip olan kimse Hz. Ali (a.s ) idi.

Şeyh: Aşırı Şii Müslümanların bu görüşlerine sahip olmanızı doğrusu sizden beklemiyordum.


Sizin bu sözünüz de sahibinin razı olmadığı bir sözdür; zira kullardan hiçbirisinin gaybi ilmi konusunda herhangi bir ilmi olamaz.

Davetçi: Sizin bu sözünüz de bilerek veya bilmeyerek tekrarladığınız atalarınızın sözleridir. Biraz dikkat edecek olursanız anlarsınız ki, enbiya ve evsiyanın gayb ilmini bilmesinin aşırılıkla bir ilgisi yoktur.

Bu onlar için sıradan bir şeydir. Nitekim akıl, nakil ve Kur’ân-ı Kerim’in açık hükümleri de bunu ifade etmekteler.

Şeyh: Kur’ân’a işaret etmekle hata ediyorsunuz; zira Kur’ân sizin dediğinizin tam tersini ifade etmektedir.

Davetçi: Hangi ayetin aksini ifade ettiğini beyan ederseniz sevinirim.

Şeyh: Kur’ân’da birçok ayet bunu ifade etmektedir. Örneğin: En’am suresi 59. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”

Bu ayet, Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilmediğinin apaçık bir delilidir. Her kim gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ederse aşırılığa düşmüştür ve zayıf bir kulu Allah’ın sıfatlarına ortak kılmıştır.

Halbuki Allah-u Teala ortağı olmaktan münezzehtir. Hz. Ali (a.s)’ın gayb ilmini bildiğini söylemekle onu, Allah-u Teala’ya ortak kılmış olursunuz ve Peygamber (s.a.a)’den yüce kılmış sayılırsınız.

Zira Peygamber (s.a.a) bile defalarca kendisinin bir insan olduğunu söylemiş, gayb ilmini sadece Allah’ın bildiğini ifade etmiş ve gayb ilmini bilmekten aciz olduğunu ifade etmiştir. Nitekim Kehf suresi 110. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim, (şu var ki) bana, vahiy olunuyor. Şüphesiz ilahınız sadece bir ilahtır.”

Hakeza A’raf suresi 188. ayette şöyle buyurulmaktadır:



“De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

Yine Hud suresi 31. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Ben size: “Allah’ın hazinelerini benim yanımdadır.” demiyorum, gaybı da bilmem.”

Hakeza Neml suresi 65. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”

Halbuki bu ayetlerin de açıkça belirttiği gibi bizzat Peygamber (s.a.a) gayb ilmini bilmediğini beyan ediyor ve gayb ilminin Allah-u Teala’ya mahsus olduğunu ifade ediyor.

Siz nasıl Ali’ye (k.v) böyle bir ilmi isnat ediyorsunuz. Dolayısıyla O’nu Hz. Peygamber (s.a.a)’den üstün tutuyorsunuz. Al-i İmran suresinin 179. ayetinde de şöyle buyurmuştur:

“Bununla beraber Allah size gaybı da bildirecek değildir.”

O halde hangi delile göre gayb ilmini Allah’tan başka birisine isnat ediyorsunuz? Ali’yi (k.v) Allah-u Teala’ya ortak koşmanız aşırılık değilse, o halde aşırılık nedir?”

Davetçi: Sizin başta söyledikleriniz doğrudur, hepimizin inandığı şeydir. Ama aldığınız sonuç asla doğru değildir.

 

Gayb İlmi Allah-u Teala Tarafından Peygamberlere Ve Vasilere İfaze Edilmektedir


Gayb ilmini sadece Allah’ın bildiği, gayb ilminin anahtarlarının Allah’ın nezdinde olduğu ve Kehf suresinin son ayeti hükmü gereği bütün evliya ve evsiyanın şekil açısından diğer insanlar gibi olduğu, ayrı bir fazlalığa sahip olmadığı doğrudur. Şia da bu inançtadır, okuduğunuz ayetlerin her biri kendi yerinde doğrudur.

Ama okuduğunuz Hud suresinin ayeti Hz. Nuh ile ilgilidir. Peygamberimiz (s.a.a) ile ilgili olanına gelince, müşrik ve kafirler Peygamber (s.a.a)’den gaybtan bir hazine istediklerinde veya gayb ilmini neden bilmediklerini sorduklarında En’am suresi 50. ayette onlara şöyle cevap vermektedir:

“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, “ben bir meleğim” de demiyorum. Ben sadece bana vahiy olunana uyarım.”

Bu ayetin nazil olmasından maksat, cahillerin arzularına engel olmak ve uluhiyet ve risalet makamının onların elinde bir oyuncak haline düşmekten çok daha yüce olduğunu bildirmektir.

Bizim, peygamberler ve vasilere tahsis ettiğimiz gayb ilmi Allah’ın sıfatlarına ortak olma manasında değildir. Allah-u Teala tarafından kendilerine nazil olan vahiy ve ilhamdır.

Böylece önlerinden perdeleri kaldırmakta ve onlara apaçık gerçekleri açığa vurmaktadır. Bu daha iyi anlaşılsın diye biraz daha açıklama yapma gereği duyuyorum. Böylece düşmanlar yersiz yere Şii Müslümanların inançlarına saldırmasın, iftirada bulunmasın, Şii Müslümanları Allah’ın ilmine ortak kıldıkları iddiasıyla müşrik saymasınlar.