140:(Halkın ayıbını söylemekten men' hususunda)

Temiz kişilerin, Hakk'ın lütfuyla kötülüklerden esen kalanların, suçlulara, kötülere acımaları gerekir. Onların, Allah'a şükretmeleri, halkın ayıplarını görmemeleri icab eder. İnsan nasıl olur da kardeşinin ayıbını görür, söyler. Onu uğradığı suç yüzünden kınar, yerer? Onu ayıpladığı suçtan daha büyüğünü yaptığı zaman Allah'ın, bu ayıbı örttüğünü hatırlamaz mı? Nasıl olur da onu zemmedebilir; onun yaptığı suça benzer bir suç işlediğini anmaz mı? O suça benzer bir suç yapmadıysa bile elbette ondan büyük bir suç işlemiştir; ondan başka bir suçla Allah'a isyan etmiştir. Andolsun Allah'a, büyük bir suç işlemediyse küçük bir suç işlemiştir elbette; fakat insanların ayıbını görüp onları yermesi, işlediği suçtan da büyük bir suçtur.
Ey Allah kulu, hiç bir kulu, ayıbını görüp, suçunu bilip ayıplamakta acele etme; belki bağışlanır o. Küçük bir suç yüzünden de kendini emin sayma, belki onun yüzünden azâba uğrayacaksın sen.
Sizden hiçbir kimse, kendi ayıbını bildiği halde, başkasının ayıbını açmasın, söylemesin. Allah'a şükre koyulsun da bu şükrediş, onu başkalarının ayıbını söylemekten alıkoysun.
* * *
141: Ey insanlar, kim kardeşinin dîninde bir sağlamlık, tuttuğu yolda bir gerçeklik olduğunu bilmiş, onu öyle tanımışsa, insanların, onun hakkındaki sözlerini dinlememesi gerek. Çünkü ok atan atar, ok amacından sapar; söz bâzı kere yanlış olur, seni gerçekten savurur, atar. O sözün butlânı yok olur gider; Allah'sa duyar ve tanıklık eder. Hakla batıl arasında, ancak dört parmak vardır.
(Bu sözün mânâsı sorulunca, parmaklarını bitiştirip kulaklarıyla gözlerinin arasına koyup buyurdular ki):
Batıl, duydum, işittim dediğindir, haksa gördüm dediğin.
142: Hayır ve ihsan lâyık olmayana, ehil bulunmayana bezle-denin, o hayırdan o ihsandan nasîbi, ancak aşağılık kişilerin övgüsü, kötülerin sevgisi, bilgisizlerin sözleridir; onlara ihsan ettikçe, gerçekte eli açık sayılmaz, hiçbir şey vermemiştir; Allah yolunda nekes sayılır.
Allah kime mal-mülk verdiyse, önce yakınlarına vermesi, konukları doyurması, tutsakları hürriyete kavuşturması, yoksullara, borçlulara ihsan etmesi, hakları vermek, kötü-lüklerden korunmak, sevap, elde etmek için dayanıp direnmesi gerekir. Bu huyları elde ediş, Allah dilerse, dünya ululuklarının yücelerini elde etmektir, âhiret üstünlüklerine ermektir.
* * *
145:Ey insanlar, siz bu dünyada, atılacak oklara amaçlar-sınız. Her yudum suda, bir boğaza kaçıp boğulma, her lokmada, bir boğaza durma tehlikesi var. Dünyada bir nimete nâil olmazsınız ki bir başkasından ayrılmayasınız. Sizden bir tek yaşayan yoktur ki bir gün yaşasın da ömründen bir gün geçip gitmesin. Kimsenin yemesinde bir fazlalık, bir yenilik olmaz ki ondan önceki rızık, yok olup bitmesin. Dünyanın bir eseri dirilmez ki bir başka eseri ölmesin. Bir şey yenilenmez ki bir başka yeni, yıpranıp geçmesin. Orda biten her fidan düşer, biçilir. Asıllarımız geçip gittiler; köklerimiz yitip bittiler; bizse onların dalları, budaklarıyız; kök gittikten sonra dalın, budağın ne hükmü vardır?
(Aynı hutbeden):
Hiçbir bidat yoktur ki meydana çıksın da bir sünnet, onun yüzünden terk edilmesin. Bidatlerden çekinin, apaçık hidâyet yoluna yönelin, kökleşmiş, kurulup düzülmüş işler, işlerin en üstünüdür; sonradan meydana gelenleriyse en kötüleri.[7]
147:Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kullarını, putlara kulluk etmekten kurtarıp kendisine kulluk etmeleri, şeytana itâatten ayırıp kendisine itâat eylemeleri için Kur'an'la gönderdi; kullar, bilmezlerken bilsinler, Rablerini tanısınlar, ona karşı gelirlerken ikrar etsinler, onu inkâr ederlerken ispat eylesinler diye de apaçık delillerle, sağlam hükümlerle indirdi; noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kitabında tecellî etti hükümleriyle, hikmetleriyle onlara; oysa ki onlar, onun hikmetlerini görmemişlerdi; kudretini gösterdi onlara, kahrıyla korkuttu onları. Kahrettiklerini felâketlerle nasıl kahretmiştir; âfetlerle köklerinden biçtiklerini nasıl biçmiştir, bildirdi onlara.
Bilin ki benden sonra size bir zaman gelip çatacak; o zaman haktan daha gizli, daha bilinmez bir şey olmayacak, batıldan daha açık, daha görünür bir şey bulunmayacak; Allah'a ve Resûlüne karşı yalan söylemekten daha çok bir şey ortaya çıkmayacak. Bu zaman ehlince, hakkıyla okunsa bile Kur'an'dan daha ucuz bir matah, mânâları değiştirilse bile, ondan daha revaçta bir mal bulunmayacak. Şehirlerde, iyilikten daha fazla inkâr edilen, kötülükten daha fazla tanınan bir şey olmayacak. Kitabı bilenler hükümlerini artlarına atacaklar; onu ezberleyenlerse emirlerini unutacaklar. O gün, kitap ve ona uyanlar, iki kovulmuş sürgün olacak, bir yolda giden, birbirlerine yoldaş olan iki arkadaş kesilecek; fakat hiçbir yurt sahibi, onlara yer, yurt vermeyecek. O zamanda kitap ve kitaba uyanlar, insanların arasındadırlar, fakat sanki aralarında değiller; onlarladırlar, fakat sanki onlarla değiller. Çünkü beraber olsalar da sapıklıkla gerçeklik eş olamaz, birbirine uyamaz.
O toplum bir aradadır; fakat birlikten ayrılmışlardır; sanki kitapla hükmeden imamlardır; fakat kitap onların imamı değil. Onların katında kitabın ancak adı vardır; ancak yazısını, yazılışını tanırlar; mânâsını bilmezler.
Bundan önce de onlar, temiz kişilere her çeşit zulmü revâ gördüler; onların, Allah'a karşı gerçekliğine iftiradır dediler; iyiliklerine karşı kötülükte bulundular. Sizden öncekiler de, dileklerinin uzak ve çok oluşu, zamanlarının, kendilerince bilinmeyişi yüzünden helâk oldular. Sonunda özrün kabûl edilemeyeceği gün, vaad edilmiş olan o gün geldi çattı onlara; tövbenin makbûl olduğu çağ geçip gitti onlardan; bunlarla beraber de o çetin azap ve ceza çöktü, kavradı onları.
Ey insanlar, kim öğüt diler, kabûl etmeyi isterse, Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah'a sığınan emin olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü Allah'ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, ona teslim olmalarıdır. Haktan, sağ esen kişinin uyuzdan tiksindiği gibi tiksinmeyin; sıhhatli adamın hastadan kaçtığı gibi kaçmayın, bilin ki gerçek yolu bırakanları tanımadıkça doğru yolu tanıyamazsınız; kitabın ahdini bozanları bilmedikçe kitabın ahdine yapışamazsınız; onu uzağa atanları anlamadıkça ona sarılamazsınız. Bunu ehlinden dinleyin; çünkü onlar bilginin yaşayışıdırlar, bilgisizliğin ölümü. Onlar öyle kişilerdir ki hilimleri (hükümleri) ilimlerinden, susmaları söylemelerinden, görünüşleri iç yüzlerinden haber verir size. Onlar, dîne karşı durmazlar ve din de ayrılıklara düşmezler. Din, onların arasında gerçek tanıktık, sustuğu hâlde onların üstünlüğünü söyler durur.
* * *
150:Ümmet, azgınlık yolunda sağı solu tuttu; doğru yolu bir yana attı. Tez olmayın; olacak şey gelip çatacak. Uzak san-mayın; mukadder olan fitne gelecek. Bir şeye tezcek ulaş-mak isteyen nice kişi vardır ki ulaşınca keşke ulaşmasaydım der; bugün, ne de yakındır yarının gelip çatması; alâmetleri belirir gider.
Ey benim kavmim, bu vaad edilen şeyin geleceği vakittir; tanımadığınız şeylerin görülmesi yakındır. Bilin ki o zamana ulaşan, bizden bir ışık elde ederse yürür gider; temiz kişiler gibi yol alır, yeler; o fitne çağında tutsakların boyunlarından bağı çözer; onları azad eder. Batıl topluluğu dağıtır; yarılıp kırılanı onarır. Bunu da insanlar görmeden yapar; eserini izleyen, yaptığını gözleyen bile ne kadar dikkat ederse etsin, göremez bunu. Sonra dileyen topluluğun can gözlerini açar; körleşmiş kılıçla biler gibi onların görüşlerini biler. Kur'ân'ın nûru gözlerinin nûrunu ışıtır, görgülerini güçlendirir; tefsirle kulaklarını, duyuşlarını keskinleştirir; onlar da sabahleyin marifet kadehini içtikten sonra hikmet nûruyla susuzluklarını giderirler, suya kanarlar.
(Bu hutbeden:)
Horluk çağları tamamlansın diye hükmettikleri müddet uzadı; hallerinin değişmesi gerekli oldu. Sonunda müddetleri doldu; o toplum, fitne ve dalâletin sürüp gideceğine inandı; fakat devenin doğurma çağında kuyruğunu kaldırması gibi savaş zamanı da geldi çattı.
(Gene bu hutbede sahâbenin ve mücahitlerin şânını anlatırlarken buyururlar ki:)
Onlar cefâya sabrettiklerinden dolayı Allah'ı minnet altına almaya kalkmazlar, ululanmazlardı; hak uğruna can vermelerini de büyük bir şey görmezlerdi. Nihayet gelecek vakit uygun olarak geldi, belâ çağı geçti. Zırhlarını aldılar, İslâm uğrunda Rablerine itâat ettiler, kendilerine öğüt verene uydular da savaşa giriştiler. Bu, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun; Resûlünün vefâtına dek böyle gitti. Onun vefâtından sonraysa bir bölük, gerisin geriye topukları üstünde döndüler; sapıklık yolu onları helâk etti; şüphelere uydular, zanlara dayandılar; Hazreti Rasûl'ün yakınlarından başkalarına tâbi oldular; sevmeleri, uymaları buyrulan sebebi terk ettiler; yapıyı temelinden söküp başka yere götürdüler; kurulduğu yerden başka bir yere kurdular. Onlar, her hatânın mâdenleridirler; insanı şaşırtan bilgisizliğin gelip getirdiği her hâlin kapılarıdırlar. Şaşkınlıkta bocaladılar, Firavun soyunun tuttuğu yolu tutup sarhoşlukta kendilerinden geçtiler. Bir kısmı âhiret düşüncesini kesti, dünyaya meyletti; bir kısmı da dinden ayrıldı, hidâyete zıt oldu.[8]