192:KaasIa Hutbesİ

Kas', birini horlamak anlamına gelir; Hz. Emir (a.s), bu hutbede İblis'i ve ona uyup ululananları kına-dıklarından hutbeye bu ad verilmiştir.
Hamd Allah'a ki kendisine, üstünlükle ululuğu hicâp etti; halkına bu iki sıfatı vermeyip kendisine seçti; kendisinden başkasına bunları harâm eyledi. Kendisinin haremi ve harimi olan bu iki sıfat hakkında, kullarından kim onunla dâvâya kalkışırsa onu lânetledi.
Sakının ey Allah kulları, İblis sizi, kendi hastalığına uğratmasın; atlı yaya askerleriyle sizi kendisine çekmesin; andolsun ömrüne ki o, sizi azâba düşürme okunu yayına koymuş, yayını kurmuştur; sizi yakın bir yerden oklamaya koyulmuştur. Demiştir ki Rabbim; sen beni azgınlığa attın; ben de yeryüzünde Âdemoğullarına dünya nimetlerini bezeyeceğim, onların hepsini azdıracağım.[11] O, bu sözü bilmeden, doğru olmayan bir zanna kapılarak söylemiştir; fakat soy-boy gayreti güden oğullar, taassup kardeşleri, ululuk ve bilgisizlik meydanında at koşturanlar, onun bu sözünü gerçeklemişlerdir. Bâzınız itâatten baş çekip ona uydukça onun da size karşı tamahı artmaya, hırsı coşmaya başlar; gizli olan iş, meydana çıkar; size karşı kuvveti artar; ordusunu size sürer; sizi alçaklık ve helâk vâdilerine sürükler, sizi candan eden yaralarınızın üstüne ayak basar. Gözlerinizi mızraklarla oyar; bıçaklarla yaralar; boğazları-nızı keser, burunlarınızı ezer; can alacak yerlerinizde yaralar açar; burunlarınıza yularını takar; sizi, sizin için hazırlanmış ateşe sürüyüp geçer. Onun dîninizde açtığı yara, düşman saydığınız, ona karşı birbirinizden yardım dilediğiniz, düşmanın açtığı yaradan çetindir; onun alevlediği ateş, düşmanın tutuşturduğu ateşten üstündür. Asıl bu düşmana saldırın; asıl bunu defetmeye uğraşın. Andolsun ki o, atanıza karşı övünmüştür; sizi, soyunuzu yermiştir; atlılarını size karşı sürmüştür; yayalarını, sizi yoldan alıkoymak için yürütmüştür. Ordusu, her yandan size saldırmadadır; her yerde parmaklarınızın uçlarına vurmadadır; hiç bir düzenle karşı gelemezsiniz onlara; hiç bir direnmeyle defedemezsiniz onları.[12]
Horluk denizinin en derin yerindesiniz; daracık bir halkaya kıstırılmışsınız; ölüm alanındasınız; belâ uğrağındası-nız. Artık gönüllerinizdeki şu gizli taassup ateşini, bilgisizlik kinlerini söndürün; çünkü Müslüman'ın gönlündeki bu ululanma, ancak şeytanın iğvâsındandır, onun ululanmasındandır, vesvesesindendir. Başlarınızı gönül alçaklığıyla eğin; başlarınızdaki ululuk duygusunu ayaklarınızın altlarına alın; büyüklük bağlarını çözün. Gönül alçaklığını düşmanlarınız olan İblis'le onun ordusu arasında sınır koruyucusu dikin; çünkü her ümmette, şeytanın orduları vardır, yardımcıları vardır, yayaları vardır, atlıları vardır.
Allah, kendisine bir üstünlük vermediği halde hasetten doğan düşmanlık yüzünden, kalbindeki öfkeyle yanıp tutuşan ululanma ateşine düşüp, şeytanın burnuna üfürdüğü ululuk yeliyle savrulup anasının oğluna karşı kibirlenen kişiye dönmeyin. Allah, o iş yüzünden onu pişmanlığa düşürdü; kıyamete dek adam öldürenlerin suçlarını, kendilerinden eksiltmemek üzere ona da yükledi.[13]
Bilin ki siz, Allah'a karşı durmakla, inananlarla savaşmakla azgınlıkta pek ileri gittiniz; yeryüzünde bozgunculuk ettiniz.
Allah için olsun, Allah için, ululanmaktan, cehâlet devrindeki övünmenizden kaçının;[14] çünkü her ikisi de buğzun, kinin, düşmanlığın mayasıdır; onlardan nefret doğar, düşmanlık meydana gelir; her ikisi de şeytanın üfürdüğünü üfürdüğü, tuzağını kavurduğu şeydir ki, o, bunlarla geçmiş ümmetleri aldatmıştır, eserleri bile kalmamış toplumları tuzağına düşürmüştür de onlar, şeytanın bilgisizlik karanlıklarından sapıklık dağlarında, bellerinde yelip yortmuşlar, boyunlarını uzatmışlar; derken onları ıhlıyan deve gibi yere çökertmiş gitmiştir. Bu, öylesine bir iştir ki gönüller, o işe düştü mü, hep birbirine benzer, gelen toplumlar da geçip gidenlere uyar; bir ululanmadır bu ki, gönüller, ona düştü mü daralır, sıkıntıya düşer. Amanın, sakının, sakının soylarıyla ululanan, sülâlelerini öne süren, büyüklük satan, kendilerini büyük bilen, yoksulları aşağı gören, Allah'ın takdirine karşı inada girişen, onun nimetleriyle yok-yoksul kişileri horlayan ulularınıza, büyüklerinize itâat etmekten. Çünkü onlar, kendilerini büyük görüş sapıklığının ulularıdır; fitne ve sapıklık yapısının temelleridir, direkleridir; cahiliye devrinin kılıçlarıdır onlar. Allah'tan çekinin, sakının size verdiği nimetlere karşı küfrana düşmekten, size ihsan ettiği üstünlüğe güvenip hasede yapışmaktan. Arı-duru suyunuzu bulanık sularına kattığınız, katıp da içtiğiniz, sıhhatinizi, onların hastalıklarına buladığınız, batıl inançlarını, gerçek inançlarınıza karıştırdığınız kişilerin, sonradan içinize dalanların, sizden görünenlerin sapıklıklarına uymayın. Onlar kötülüklerin esaslarıdır; isyanların ayrılmaz parçaları. İblis, onları sapıklık develeri edinmiştir; onun ordularıdır onlar. Onlarla insanlara saldırır; onlar, İblis'in tercemanlarıdır, onlarla söz söyler; böylece de akıllarını çelip aşırmak, gözlerinize girmek, kulaklarınıza üfürmek, ok atacağı yere sizi amaç olarak dikmek, sizi, ayak bastığı yer haline getirmek, elinin tutuğu yer, yapıştığı eser yapmak ister.
Sizden önce Allah'ın azâbının, gelip çattığı, belâlara, dertlere uğrattığı ümmetlerden, kendilerini büyük görenle-rin başlarına gelenlerden ibret alın; onların yüzlerinin yerlere sürtündüğü, yanlarının topraklara döşendiği yerleri görün de akıllarınızı başlarınıza devşirin. Zamanın ansızın gelen belâlarından Allah'a sığındığınız gibi nefsi, benliklere düşüren ululanmadan da Allah'a sığının. Allah kullarından birisinin ululanmasına müsâade etseydi, peygamberlerine müsâade ederdi; oysa ki noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onların ululanmalarını hoş görmedi; alçak gönüllü olmalarından razı oldu; onlar da yüzlerini yerlere koydular, topraklara sürdüler; inananlara karşı esirgeme kanatları gerdiler. Onlar zayıf bir topluluktu; düşmanları onları öyle görüyorlardı; Allah onların çetin belâlarla, korkulu olaylarla sınanmalarını diledi, onları cefâlarla, dertlerle arıttı.
Fitne ve sınanma vakitlerinde bilgisizliğe kapılıp mal, evlât sahibi olmanızı Tanrı'nın rızasına, zengin olmanızı onun lütfuna, yoksulluğa düşmenizi kahrına vermeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh yüce Allah, "Sanıyorlar mı ki onlara mal ve evlât vererek mükâfatlandırmadayız, yardım etmedeyiz onlara, hayırlara ulaşıvermelerini sağlamadayız? Hayır, anlamıyorlar" buyurmuştur (Mü'minûn, 55-56). Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, ululanan kullarına, dostlarını küçük, zayıf göstererek onları sınamaktadır.
İmran oğlu Mûsâ, kardeşi Hârun'la, ikisinde de selâm olsun, Firavun'un yanına gitmişti. Eğinlerinde yünden abalar, ellerinde sopalar vardı, Hakk'a teslim olursa saltanatının süreceğini, üstünlüğünün yürüyeceğini söylediler, Firavun'a bunları şart koştular. Firavun'sa, dedi ki : Şaşmaz mısınız şu yok-yoksul, hor hakir kişilere; bir bakın hallerine, sonra da bana, üstünlüğümün sürüp gideceğini, saltanatımın devam edeceğini söylüyorlar; bunun için de onlara uymayı şart koşuyorlar. O, altını, altın sahibi olmayı üstünlük, yünü yünden eğrilen elbise giymeyi alçaklık sandı da onlara, neden altınlarınız, altın kolçalarınız yok, hele bir bakın şunlara dedi. Allah dileseydi. Peygamberlerini gönderdiği zaman, onlara altın defînelerini, altın mâdenlerini açar, ihsan eder, bağlar, bahçeler verir, onların çevrelerine gökten uçan kuşları, yeryüzünün vahşi hayvanlarını derler-toplardı; buna da gücü-kuvveti yeterdi. Fakat böyle yapsaydı belâ ortadan kalkar, yapılan işlere verilecek karşılıklar hiçe gider, haberler yok olur, yiterdi; o zaman, zahmete düşenlere ecirler verilmez, inananlar, ihsanda bulunanların sevabını elde etmezler, adlar da anlamlarına uygun düşmezdi.[15] Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, peygamberlerini, azimlerinde kuvvetli kıldı; halleriniyse görenlere karşı zayıf gösterdi; oysa onlarda öyle bir kanaat vardı ki gözler, gönüller, onunla dolardı; öyle bir yokluk-yoksulluk verdi onlara ki gözler görünce şaşırır, kulaklar duyunca hoşlanmazdı. Peygamberler, karşı durulamayacak bir kuvvete, kendilerine cefâ etmek mümkün olamayacak bir üstünlüğe, görenlerin başlarını uzatıp, boyunlarını çevirip dalacakları bir saltanata, develere, bineklere yüklenecek mala, mülke sahip olsalardı, elbette halk, onlara karşı eğilir, bu şevkete kapılır, onlara karşı büyüklük satmaz, onlara karşı durmaya kalkmazdı. Onlardaki kudretinden korkarak, onların yüceliklerine kapılarak îman etseydi insanlar, niyetlerinde bir birlik olur, iyiliklerinde hem dünyaya meyil, hem âhirete rağbet bulunurdu; inançlar da hâlis olmazdı. Ama Allah.
peygamberlerine uymayı, kitaplarını gerçeklemeyi, kendisine karşı eğilmeyi, emrini kabûl etmeyi, tâatine teslim olmayı, başka işlerle karıştırmamak, ona bir riyâ, bir başka istek bulaştırmamak şartıyla takdir buyurdu; belâ ve sınanış ne kadar büyük olursa sevap ve mükâfat da o kadar çok olur.
Görmez misiniz ki Allah, Allah'ın salavâtı O'na olsun Âdemden Son Peygamber'e dek bütün gelip geçenleri, bu âlemde, ne kimseye zararı dokunan, ne de faydası olan, görmeyen duymayan taşlarla denedi; o taş yığınını hürmeti vâcib evi kıldı; halkı orada topladı.[16] O beyti de yeryüzünün taşlık, toprağı az; bitki bitmez, susuz, dar bir vâdisine koydu; sarp dağlar arasında, uçup savrulan kumlar içinde birbirinden uzak köylerin, suyu az kaynakların bulunduğu bölgede kurdu; orada ne deve yayılır, ne başka bir hayvan barınır, havası da buna uygun değildir.[17]
Sonra Âdem'e ve evlâdına, oraya yönelmelerini buyurdu; seferlerinin konağı, yüklerinin durağı kıldı orayı. Gönüller oraya meyleder, gönül ehli olanlar orada birbirlerini bulurlar, faydalanırlar; çöllerden, ovalardan kalkarak, yurtlarından ayrılıp engin çöller, derin denizler aşarak, yücelerden inerek, geniş yolları bırakarak, yurtlarından ayrılıp, adaları bırakıp oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, horluğa, dileyerek düşerler, koşarlar, yelerler, tozlara bulanmış yüzlerle Tanrı rızasını elde etmek isterler. Elbiselerinden soyunurlar, ihramlara bürünürler; güzelim saçlarını kestirirler; bütün bunlar büyük bir sınanmadır; çetin bir denenmedir; apaçık bir imtihandır; mânâsı yerinde bir temizliğe burhandır. Allah o evi rahmetine sebep, cennete ulaşmaya bir vesîle kılmıştır. Noksanlardan münezzeh Allah dileseydi, hürmeti vacip evini, kadri yüce ibadet yerlerini, bağlar, bahçeler, nehirler, ırmaklar arasında yeğin ve düz bir yerde, ağaçları çok, meyveleri bol, yapıları yakın, köyleri birbirine bitişmiş bir yerde kurardı; kızıla çalar buğdayların bittiği, yemyeşil çayırlıkların yeşerdiği, sulak bir yerde, taze bitkilerin bulunduğu, güzelim suların aktığı mâmur yolların bulunduğu bir yerde binâ ederdi. Ama böyle yapsaydı, mihnetin azlığına karşılık mükâfat ve sevabın da azalması gerekirdi. O yapı, yapıldığı gibi olmasaydı da yeşil zümrütle kızıl yakut taşlarla bezenip ışıklar saçarak, parıltılarla parıl-parıl parlar bir halde yapılsaydı, elbette gönüllerdeki şüphe azalır. İblis'in azdırma savaşı söner, insanların şüphelerinin gelip gitmesi de giderilmiş olurdu. Fakat Allah, kullarını çeşitli çetinliklerle sınamakta, türlü güçlüklerle kullukta bulunmalarını buyurmakta, onlara güç gelen şeylerle onları denemektedir; böylece de kalplerinden ululanmayı çıkarma-yı; gönüllerine alçalma duygusunu yerleştirmeyi takdir etmektedir; buna da kendi lütfüne kapılar açmak, bunları da bağışlamasına sebep etmek murâdındadır.
Allah için, Allah için ey Allah kulları, şu tez geçip gitmekte olan dünyada zulümden, azgınlıktan, bir müddet sonra gelip çatacak olan âhiret âleminde zulmün kötü âkıbetinden, ululanmanın fena sonucundan sakının; çünkü ululuk İblis'in pek büyük bir av yeridir, pek büyük bir düzen yeridir; bu haller insanların gönüllerine yapışır; öldürücü zehirler gibi gönüllerine girer, onları zehirleyip yok eder; buna da gücü yeter; bu savaşta herkese karşı gücü-kuvveti kesilmez; açtığı yara tam yerindedir; hata etmez; ne bilgi sahibi, bilgisiyle ondan kurtulur; ne yoksul olan, bir şeyi bulunmayan, yıpranmış elbisesiyle ondan kurtulacak bir yer bulur. Allah, kullarını; bu ululanmadan, namazlarla, zekâtlarla, farz günlerdeki oruç tutup mücâhede etmeleriyle, onların âzâsını sâkinleştirerek, gözlerini haramdan çekindirerek, nefislerini alçaltarak, gönüllerine dincelme ihsan ederek, kendilerini büyük görmeyi onlardan gidererek korur. Çünkü namazda gönül alçaklığıyla en yüce yeri, alınları toprağa koymak, yüzleri toprağa indirip âzânın en değerlilerini yeryüzüne koyup küçülmek, oruçta da karınları açlıkla sırta yapıştırarak kibirden kurtulmak, insanları alçalmaya alıştırmak gibi hikmetler vardır. Zekâtta da yeryüzünden biten şeyleri, bunlardan başka varlıkları, yok-yoksul kişilere vermek, onlara yaklaşmak vesîleleri mevcuttur. Bunlarda bulunan, insanda görünen, övünmeye ait şeyleri yok eden, ululanmaya dair beliren sıfatlardan insanı men eden şeylere bakın.[18]
Ben, âlemlerde herhangi bir şey yüzünden ululanan kişilerden bir tanesini bile görmedim ki o, bilgisizliğe düşüp yalanı doğru sanacak bir sebebe yapışmasın; yahut aklı kıt kişilerin akıllarına uyup kendisini, bir delille ulu görmesin. Siz bir iş için ululanmadasınız ki onun ne bir sebebi tanınmaktadır, ne de nasıl ve neden olduğu bilinmektedir. Ama İblis, Âdem'e karşı yaratılışı bakımından kendini ulu gördü; onun yaratılışını kınadı, ben ateşe mensubum, sen topraktansın dedi. Ümmetlerin hâli yerinde olan zenginleriyse elde ettikleri nimetler yüzünden ululandılar; kendilerini büyük gördüler de "Bizim mallarımız, evlâdımız daha çok, biz azâba uğramayız" dediler (34, Seb', 35).
Ululanmak mutlaka gerekse güzel huylarla, övülecek, beğenilecek işlerle ululanın, övünün; nitekim Arap boylarının ileri gidenleri, erleri, yiğitleri, kabilelerin başbuğları, güzel huylarla, yüce akıllarla, üstün işlerle, övülmesi gereken eserlerle övünürlerdi; bunlarla birbirlerine üstünlük dâvâsına girişirlerdi. Siz de, insanların haklarını korumak, ahde riâyet etmek, ululanmayı bırakmak, üstün huylarla huylanmak, isyandan , zulümden el çekmek, kan dökmeyi büyük suç tanımak, halka insafla muamelede bulunmak, öfkeyi yenmek, yeryüzünde bozgunculuktan kaçınmak gibi övülmesi gerekli huylarla övünün.
Sizden önce ümmetlerin, kötü işlerde bulunmaları, fena amellere düşmeleri yüzünden uğradıkları belâlardan kaçının. Hayırda, şerde, onların hallerini anın, onlara benzemekten çekinin. Onların uğradıkları kötülükle elde ettikleri hayır arasındaki ayrılığı aykırılığı düşündünüz, bu iki hali kıyasladınız mı, onların üstünlüklerini sağlayan, bu yüzden düşmanlarını kendilerinden uzlaklaştıran, esenlik çağlarını sürdüren, onları nimetlere kavuşturan, sarıldıkları ıştıkları iş yüzünden yüceliğe ulaştıran hallerine özenin de o hallerle bezenin; ayrılıktan çekinmek, uzlaşmayı gerekli bilmek, birbirinizi ona teşvik etmek, ona sevk etmek gibi hani. Gönüllerinde birbirlerine kin gütmeleri, düşmanlık duymaları, emellerinin bir olmayışı, birbirlerine yardımda bulunmayışları gibi onların belkemiklerini kıran, güçlerini zayıflatan huylardan kaçının.
Sizden önce geçip gitmiş olan inananların hallerini düşünün; onlar belâya uğradıkları, sınanmaya düştükleri zaman neler yaptılar? Onların yükleri, en ağır yük mü değildi; kulların içinde en çetin belâya mı uğramadılar; dünya halkı içinde en sıkıntılı hale mi düşmediler? Firavunlar, onları kul etmişlerdi; evlâtlarını öldürerek azâp ediyorlardı; onlara azâbın tadını tattırıyorlardı. Helâk olmak aşağılığından, düşmanların üstün olarak kahretmelerinden bir türlü kurtulamıyorlardı; halleri hep buydu; ne onların cefâlarından kurtulacak bir düzen buluyorlardı; ne o zulmü giderecek bir yol elde ediyorlardı.
Sonunda Allah, kendisine olan sevgileri yüzünden düşmanların cefâlarına dayandıklarını, ondan korktukları için kendilerine yapılan kötülüklere tahammül ettiklerini gördü de belâ darlıklarından bir kurtuluş yolu açtı onlara; halâs etti, kurtardı onları. Alçalış yerine onlara üstünlük, korku yerine eminlik verdi. Padişah oldular; buyruk verdiler, alemlere muktedâ kesildiler; Allah onlara ummadıkları yücelikler verdi. Onlar birlikken, dilekleri birken, gönülleri birbirlerine uygunken, elleri, yardımda birbirlerine uzanırken, kılıçları birbirlerine yardım ederken, can gözleri görürken, azimleri tek iken ne haldeydiler; bir bakın, görün. Yeryüzünün bölgelerinde buyruk yürütmediler mi; âlemdekilere padişahlık etmediler mi?
Bir de işlerinin sonuna bakın; birbirlerinden ayrıldıkları, uzlaşmaları bozulduğu, dilekleri, gönülleri birbirine aykırı bir hale düştüğü, bölük-bölük oldukları, ayrılıp birbirleriyle savaşa giriştikleri zaman ne hale düştüler? Allah onlardan yücelik elbisesini soydu; nimetlerinin güzelliğini ellerinden aldı; onlardan yalnız ibret almanız gereken hikâyeler kaldı.[19]
Esenlik onlara, İsmâil'in evlâdından, İshak oğullarından, İsrail oğullarından ibret alın. İnsanların halleri ne kadar da birbirlerine benzer; benzerlikte birbirlerine ne kadar da yakın düşer. Araplar da dağıldıkları, ayrıldıkları zaman Kisralar, Kayserler, nasıl onlara hüküm yürüttüler, bir düşünün. Kisralar, Kayserler, onları dolaylardan, mâmur yerlerden, Irak'taki ırmaklardan, dünyanın yemyeşil, taptaze otlarla dolu yerlerinden çıkardılar, yalnız çalılar çırpılar biten, yaşanması güç çöllere sürdüler; onlar, sırtı yaralı develeri, otlayan hayvanları haydamak üzere yok-yoksul bir halde, toplumların en hor-hakiri, bir bakımdan en perişan ve fakiri olarak çöllere sığındılar; ne el atacakları, kanatlarının altına sığınacakları bir kimse vardı; ne üstünlüğüne güvenip dayanacakları bir düzenlik gölgesi. Halleri perişandı; dilekleri darmadağın. Çokluklardı, fakat dağınık; ezelî bir belâya tutulmuşlardı, bosbulanık. Çetin ve kat-kat belâlarla bilgisizlik onları kavramıştı; zulüm ve kötülük çevrelerini kaplamıştı; kızlarını yoksulluk yüzünden diri-diri görmüyorlardı; putlara tapıyorlardı; yakınlığı inkâr ediyorlardı; yağmalar, onları birbirinden ayırıp gidiyordu.[20]
Bir de Allah'ın onlara verdiği nimet çağına, onlara peygamber yolladığı çağa bakın: Dinle itâatlerini pekiştirdi; dâvetiyle uzlaşmalarını mümkün kıldı; bu birlik, bu topluluk yüzünden yücelik kanatlarını nasıl gerdi onlara, çeşit-çeşit faydalarını, bereketlerini nasıl akıttı onlara.
Bu toplum, Allah nimetlerine daldı, o nimetlerine daldı, o nimetlerle yaşayışın zevkine ulaştı; güçlü bir kuvvetin gölgesinde işleri düzene girdi; üstün bir güçle halleri yüceldi; işleri, oturamaklı, sağlam bir kudretle düzeldi. Âlemlere hükmeder oldu, yeryüzü dolaylarında padişah kesildiler; önceden kendilerine hükmedenlere hükmettiler; başkalarının buyruğuna uyarlarken onlara buyruk yürüttüler. Kimse onların mızraklarını kınayamaz, kimse onların taşını kıramaz, kimse onlara ok ve taş atamaz bir hale geldiler.
Fakat şunu da bilin ki siz, ellerinizi itâat bağından kurtardınız; sizin için kurulmuş olan Allah kalesini, cahiliyet hükümleriyle deldiniz, yıktınız. Noksanlardan münezzeh olan Allah, bu toplumun arasını düzenlik ipiyle bağlamış, onlara birlik, düzenlik vermişti, gölgesinde gölgelendirmişti; kendisine sığınmalarını sağlamıştı; yaratılanlardan hiç birinin değer biçemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün kıymetlerden yüce bir nimet ihsan etmişti; böylece de onlara lütufta bulunmuştu. Bilin ki hicretten sonra sizler, çöl Arapları haline geldiniz; uzlaşıp birbirinizi sevdikten sonra bölük-bölük dağıldınız; Müslümanlıktan ancak bir ad kaldı sizde; îmandan ancak bir lâf tanımaktasınız siz; utanca düşmektense cehenneme gitmek yeğdir dediniz siz. Sanki hürmetini gidererek, hiçe sayarak İslâm kâsesini başaşağı çevirmek, Allah'ın, yeryüzünde size esenlik vermek, halkı arasında da emniyeti sağlamak üzere sizden aldığı ahdi bozmak istiyorsunuz. Müslümanlıktan vazgeçer, başka bir yol tutarsanız, kâfirler savaşa girişir sizinle; sonra ne Cebrâil yardım eder size, ne Mikâil: ne muhâcirler imdadınıza koşar, ne ensar; ancak Allah aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşılır sizinle. Bir de şu var ki Allah'ın azâbına uğrattığı, dertlere, belâlara, çetin olaylara düşürdüğü kullara ait birçok örnekler var; bunu bilirsiniz; bilgisizlikle Allah'ın azâbının gecikmesi sizi aldatmasın; azâbından ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah sizin de bildiğiniz geçmiş toplumları, ancak gerçeği ve doğruyu buyurmayı, kötülükleri nehyetmeyi bıraktıklarından lânetlemiştir; kötülere, suç işledikleri, içlerindeki bilgili, anlayışlı olanlara da, kötülüğü nehyetmedikleri için lânet etmiştir.
Bilin ki siz, İslâm bağını kestiniz; Müslümanlık sınırlarını elden çıkardınız; hükümlerini de öldürdünüz. Bilin ki Allah bana, isyan edip itâatinden çıkanlarla, biat edip biatinden dönenlerle, yeryüzünde bozgunculuk edenlerle savaşmayı emretmiştir. Biatten dönenlerle savaştım, gerçekten sapanlarla mücahede ettim; dinden çıkanları kahrettim, Redhe şeytanının belâsını da, onu bayılmış bulup, yüreğinin çarptığını duyup, göğsünün titrediğini görüp İslâm'dan giderdim. Âsîlerden, ardımda kalanlar kaldılar. Allah izin verirse onları da bu sefer kahrederim; onlardan, yeryüzünde ancak çevreye dağılanlar, kalırlarsa kalırlar.[21]
Ben daha çocukken Arab'ın baş kaldıranlarını yere serdim, Rabia ve Mudar boylarının boynuzlarını kırdım. Allah'ın salât'ı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'a ne kadar yakın olduğumu onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz o beni bağrına basardı; yatağına alırdı; vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür. O, sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti; o melek gece-gündüz, ona yücelikler yolunu gösterirdi; âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o, her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hırâ dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. O gün İslâm, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la Hadice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve peygamberlik nûrunu görürdüm, peygamberlik kokusunu duyardım. O'na vahiy gelirken Şeytanın feryadını duydum da yâ Rasûlallah dedim, bu feryat nedir? Buyurdu ki: Bu feryat eden Şeytandır; kendisine halkın kulluk etmesinden ümîdini kesti artık. Sen benim duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin; ancak sen peygamber değilsin; fakat vezirsin ve hayra karşısın, ona ulaşmışsın.[22]
Gerçekten de ben o toplumdanım ki Allah yolunda onlar, kınayanın kınayışına aldırış etmezler; yüzleri gerçeklerin yüzleridir; sözleri hayırlı kişilerin sözleri. Geceyi kullukla geçirip mâmur ederler; gündüzü hidâyetle geçirip uyanlara alem kesilirler. Onlar, Kur'an ipine yapışmışlardır; Allah'ın buyruklarını Rasûlünün sünnetlerini diriltirler. Ne ululanırlar, ne yüce görürler kendilerini; hıyânette bulunmazlar, bozgunculuk etmezler. Kalpleri cennetlerdedir, bedenleri kullukta.
* * *
193: Emir'ül-Mü'minîn aleyhisselâm'ın ashabından Hemmâm adlı biri, Yâ Emir'el-Müminîn dedi, bana Allah'tan çekinenleri anlat; hem de öylesine anlat ki onları görür gibi olayım. Hazret, onun bu sözünü duymazlıktan gelerek Yâ Hemmâm buyurdu, Allah'tan çekinin, iyi amelde bulunun, çünkü "Allah, çekinenler ve iyilikte bulunanlarladır" (16, Nahl, 128). Hemmâm bu sözü yeter bulmadı; and verdi. Hazreti Emir (a.s) bunun üzerine Allah'a Hamd'ü senâ edip Rasûlüne ve soyuna salât ü selâm ihdâsından sonra buyurdu ki:
Noksan sıfatlardın münezzeh, yüce Allah halkı yarattı; yarattığı vakit onların itâatlerinden de müstağni idi, isyanlarından, suçlarından da. Çünkü isyan edenin suçu, isyanı O'na bir zarar vermez; itâati, O'nu faydalandırmaz. Halkın geçimini taksim etmiştir O; herkesi lâyık olduğu yere koymuştur O.
Çekinenlere gelince: Onlar üstünlüklere sâhiptirler; sözleri gerçektir onların, elbiseleri orta halli; ne fazla özentili, ne pek bayağı. Yürüyüşleri gönül alçaklığıyladır onların. Gözlerini, Allah'ın onlara harâm ettiği şeylerden yumarlar; kulaklarını, onlara fayda verecek bilgiye verirler.[23] Bunlara uymayanların gönülleri, nasıl nimete erince rahat ve huzûr içindeyse, bunların gönülleri de belâ ve mihnette rahat ve huzûr içindedir. Allah, kullarının ecellerini takdir etmeseydi, ölüm vakitlerini tayin buyurmasaydı, onların ruhları, sevâba iştiyak duymak, azaptan korkmak dolayısıyla göz yumup açacak bir müddet bile bedenlerinde karar etmezdi. Gözlerinde, yaratan, uludur. O'ndan başkası küçük. Sanki cenneti görmekteler, orada azâba uğramaktalar, kalpleri mahzundur, şerlerindense herkes emin. Hasetleri zayıftır, yoktur; dilekleri önemsiz, nefisleriyse tertemiz; tez geçip giden günlerde sabretmişlerdir, ardından süreli bir rahat ve huzur gelir; o vakit kârlı bir alış-verişi onlara kolaylaştırmıştır Rableri. Dünya onları diler, onlarsa dünyayı dilemezler; dünya onları tutsak etmiştir, fakat onlar, canlarını fidye olarak verip ondan kurtulmuşlardır.[24] Gece oldu mu, ayaklarına basarlar, saflar kurarlar, ibâdete koyulurlar. Kur'an âyetlerini, harfleri sayılacak kadar ağır, anlamını düşünerek okurlar; kendilerini bu sûretle hüzünlere atarlar; dertlerinin devâsını Kur'an'da bulurlar. Kur'an'dan teşvike, sevaba, mükâfata ait bir âyet okuyunca o sevâbı elde etmeyi umarlar, gönüllerini özlemle ona verirler; sanırlar ki o mükâfat, gözlerinin önüne gelmiş, serilmiştir. Korkutucu bir âyet geçti mi, kulaklarını ona verirler; sanırlar ki cehennemin yalımlanması, alevi yücelirken çıkardığı ses, kulaklarına gelmektedir, onu işitmededirler. Rüku ederek iki kat olmuşlardır; alınlarını, ellerini, dizlerini, ayak parmaklarını yerlere döşemişlerdir; secdeye kapanmışlardır; yüce Allah'tan azaptan, zincirlere vurulmaktan kurtulmayı dilemeye koyulmuşlardır.[25]
Gündüzlerine gelince; Yumuşak huyludur onlar; bilginlerdir, iyi kişilerdir, çekinenlerdir, korku, onları, okçunun yonduğu ok gibi inceltmiştir, zayıflatmıştır; onları gören, hasta sanır; oysa ki hastalıkları yoktur; onlara bakan, akıllarını yitirmiş sayar; oysa ki akıllarında ancak o büyük çağ, âhiret vardır. Az ibâdete razı olmazlar; kulluklarını yeter bulmazlar; fazla ibâdeti de çoğumsamazlar. Kendilerini töhmetli tutarlar; amellerinden korkarlar. Onlardan birini, birisi üstün görür, temiz sayarsa söylenen sözden korkar da der ki: Ben kendimi, başkalarından daha iyi bilirim, Rabbimse beni benden daha iyi bilir; Allah'ım, söyledikleri sözler yüzünden beni suçlu sayma; onları zanlarından daha üstün et beni; onların bilmedikleri suçlarımı da yarlığa benim.
Onlardan her birinin alâmetlerindendir: Onu dinde güçlü, yumuşaklıkta, kullukta ihtiyatlı, îmanda şüphesiz, ilme haris, bilimde örnek, zenginlikte ortak, ibâdette özü doğru ve Rabbine karşı alçalmış, yoklukta bezenmiş, çetin zamanlarda direnir, helâl rızık elde etmeye savaşır, hidâyette neşeli, tamahtan kurtulmuş, güzel ve temiz işlere koyulmuş, fakat Allah'tan da korkup duran biri olarak görürsün.
Gündüzü akşam eder, düşüncesi şükürdür. Geceyi sabahlar, uğraştığı zikirdir. Korkuyla geceler, neşeyle sabahlar. Korkar, gaflete düşmekten çekinerek. Neşelenir, lütfe, ihsana nâil olarak. Nefsi, onun istediği bir şeye onu zorlarsa, o da onun sevdiğini vermez ona, onu zorlar.
Gözü, zevâlsiz nimettedir. Zâhitliği, sürüp gitmeyecek, yok olup bitecek şeydedir. Hilmini ilimle karmıştır; sözünü amelle sarmıştır. Görürsün ki umduğu yakındır, uzak değil; sürçtüğü azdır, çok değil. Nefsi, elde ettiğini yeter bulur, hırsa düşmez; yediği az bir şeydir; çok istemez. İşi kolaydır; dîni korunmuştur; şehveti ölmüştür; öfkesi yenilmiştir. Ondan hayır umulur; şerrindense emin olunur.[26]
Gafiller içindeyse zikredenlerden olur; zikredenlerleyse gafillerden sayılmaz. Kendisine zulmedeni bağışlar; kendisine vermeyene verir; kendisini dolaşmayanı dolaşır; hem de kötü söz ondan uzaktır; sözüyse yumuşaktır. Kınanacak işi mefkuttur; iyi işleriyse her an mevcuttur. Hayrı, ona yönelmektedir; şerriyse dönüp gitmekte. Sarsılacak işlerde vakar sâhibidir; hoş olmayan işlerde sabreder; genişliklerdeyse şükreder.[27]
Kendisine düşman olana cevr etmez, bu işe hayıflanmaz; onu seven de günaha girmez. Tanıklık verilmeden gerçeği söyler; kendisine verilene, ısmarlananı yitirmez; kendisine anılanı unutmaz. Halkı lâkaplarla çağırmaz; komşusuna zarar vermez; musîbetlere düşenlere sevinmez; batıla boyun eğmez, batıl iş işlemez; halktan ayrılmaz. Susarsa susması kendisini tasalandırmaz, gülerse sesini yüceltmez. Ona zumedilirse dayanır; sonunda da onun öcünü Allah alır.[28]
Nefsi, onun elinden rahatsızlığa düşmüştür; fakat insanlar, onun yüzünden rahattadır. Nefsini âhiret için yorar; insanları nefsinden rahata ulaştırır, emin kılar. Birinden uzaklaşması zâhitliğindendir, temizliğinden. Birine yaklaşması yumuşaklıktandır, rahmetten, esenlikten. Uzaklaşması kibirden, ululuktan olmaz; yaklaşması hîleden, düzenden doğmaz.
(Söz buraya gelince Hemmâm feryat edip düştü ve can verdi. Hazreti Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular:)
Vallahi ben, bundan korkuyordum.
(Sonra): İşte tam yerinde öğütler, ehline böyle tesir eder buyururdular. Haricîlerden İbn-i Kevva adlı birisi, Ey müminler Emir'i dedi; mademki hal budur, neden o söylediğin sözler, neden o verdiğin öğütler, seni bu hale getirmedi? Hazret buyurdular ki:)
Vay sana; her iş için bir zaman vardır; o zamanı aşmaz. Her şey için bir sebep mevcuttur; o sebebi geçmez. Hele dur, bir daha böyle bir söz söyleme; zâten bu, Şeytanın iğvasıydı; senin dilinden söyledi.[29]