Sonra bilin ki bu İslâm dini, Allah'ın seçtiği, kendi inâyetiyle lütfettiği, tebliği için halkının en hayırlısını seçip gönderdiği, direklerini, sevgiyle yücelttiği Allah dinidir. (Eski ve
hurâfelerle karışmış) dinleri, onun yüceliğiyle alçaltmıştır; şerîatları, onu yücelterek neshetmiştir. Ona olan lütfüyle düşmanlarını hor, hakir kılmıştır; karşı duran-ları, o dine yardım ederek
aşağılık bir hâle getirmiştir; onun sağlam temeliyle, kuvvetli direğiyle sapıklık ve azgınlık direklerini yıkmıştır; o dinin havuzlarından susuzları suya kandırmıştır; o suyu içenler
tüketememişlerdir; onların içtikleri kadar da o havuzu tekrar doldurmuştur.
Sonra da onu, öylesine pekiştirmiştir ki kulpunun kop-masına, halkasının koparılmasına imkân yoktur;[36] mümkün değil harâb olmaz yapısı; yıkılmaz direkleri, çökmez yapısı. Meyveler veren
ağacı çürümez; zamanı dolmaz; hükmü eskimez; dalları, budakları kopmaz. O dinin yolları daralmaz; o dümdüz yolu ne sarplık sarar; ne aydınlığı karanlık kaplar; ne sehil gidişini aykırılık kavrar.
Ne o yolda çerçöp vardır, ne bir aykırılık görünür; ne açık yoluna bir kumluk çıkar, ayakları batırır, ne ışıkları söner o yolun, ne de tatlılığını bir acılık bozar.
İslâm, öyle bir dindir ki direklerini Allah, gerçek üzerine kurmuş, o direklere sağlam dayanaklar yapmıştır. Sularla dolu kaynakları var, coşup köpürerek akar; ışıkları var, yalımyalım
parlar. Dikilmiş işaretleri, alâmetleri var, dileyene yol gösterir; gidenler yol bulur, oraya varır; sağrakları var, gidenlere sunulur, içenleri kandırır. Allah razılığının en üstününü,
direklerinin en yücesini, itâatinin en kabûl edilenini o dine bağışlamıştır. Müslümanlık, Allah katında direkleri sağlam, yapısı yüce, nûru aydınlatıcı, kudreti üstündür; nişâneleri uzaktan da
görülür; yol bulmak, oraya varmak isteyenler görür, bulur. Yerinden oynatılamaz; kınanmasına imkân bulunmaz. O dini yüce tanıyın, ona uyun; o dinin hakkını verin, lâyık olduğu mevkiye
koyun.
Sonra, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, gerçekten de Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, dünyanın geçip gitmek, âhiretin doğup ışımak üzere bulunduğu bir çağda, gerçek
üzere gönderdi. Dünya aydınlandıktan sonra karanlıklara bürünmüştü; mihnet, diz boyu yücelmiş, görünmüştü. Dünyanın yumuşak döşeği sertleşmişti; ömrü sona ermişti; müddeti bitmişti; kıyâmet
alâmetleri belirmişti. Dünyadakiler ümit kesmişlerdi, ondan yüz çevirmişlerdi; halkası kopmak, düğümü çözülmek üzereydi. Nimetleri bozulup gitmiş, ayıpları ortaya çıkmış, uzun sürecek sanılan
zamanı kısalmıştı. Böyle bir çağda Allah, haberlerini ulaştırmak, uyanlara lütfetmek, çağını ilkbahara çevirmek, yardımcılarını yüceltmek, yardım edenlere şeref vermek üzere Muhammed'i
gönderdi.[37]
Sonra da ona bir kitap indirdi ki o, bir nurdur, ışığı sönmez; bir ışıktır, yalımı tükenmez; bir denizdir, dibine inilmez; bir yoldur, tutan sapmaz, yol yitirmez; bir yalımdır, alevi
kararmaz. Hakkı, batılı ayırır; delili reddedilemez. Bir yapıdır, direkleri yıkılamaz. Bir şifâdır, hastalananların, onunla iyileşmeyeceklerinden korkulmaz. Bir üstünlüktür, yardımcıları bozguna
uğramaz. Bir gerçektir, ona uyanlar, horluğa düşmez.[38]
O, îmânın mâdenidir, orta yoludur. İlmin kaynaklarıdır, denizleridir. Adaletin bağları, bahçeleridir, kaynakları, sularıdır. İslâm'ın esâsıdır, yapısıdır. Gerçeğin vadîleridir, dümdüz
ovasıdır. Bir denizdir, ne kadar su alan olursa olsun, tükenmez. Kaynaklardır ki su alanlar, dibine varamaz-lar; sağraklardır, dolduruldukça doldurulur, gelenlere sunulur, suyu bitmez.
Konaklardır, yolcular, yol yitirmezler. Dikilmiş alâmetler, yakılmış, yandırılmış ateşler, yol alanlar, onları görmezlikten gelemezler. Uyulacak kudrettir, ona uyanlar, ondan
dönmezler.[39]
Allah, onu bilginlerin susuzluklarını gidermek, din hükümlerini bilenlerin gönüllerine ilkbahar güzelliğini vermek, temiz kişilerin yollarını göstermek için sebep kılmıştır. Bir ilâçtır ki
onu kullanana artık hastalık gelmez; bir ışıktır ki onunla beraber karanlık hüküm sürmez. Yapışılacak düğümü sağlam bir iptir; yücesi sarp bir kaledir; ona dost olana üstünlüktür; oraya girene
eminliktir; ona uyana yol gösterendir; ona mensûp olana makbûl özürdür; onunla konuşana burhandır; ona uyup düşmanıyla savaşana tanıktır, furkandır; onu yükleneni yüklenir; onunla amel edeni
taşır. Kim onu kendisine bir alâmet, bir nişan olarak alırsa delil olur ona; kim onu taşırsa kalkan kesilir ona, dinleyip belleyene bilgi olur; O'ndan rivâyet edene sözdür o, onunla gerçek üzere
hüküm verene hükümdür o.[40]
214 Şehâdet ederim ki Allah tam adalet sahibidir; adaletle muamele eder; tam hikmetle hükmedendir, hakla batılı tefrik eyler ve şehâdet ederim ki Muhammed, O'nun kuludur; kullarının
ulusudur. Allah kullarını değiştirdikçe, geçenler geçip, gelenler geldikçe onları iki bölüğe ayırmıştır; O'nun vücudunu o iki bölüğün hayırlı kısmına vermiştir. Soyunda ne zinâ eden vardır, ne
kötülük yoluna giden.
Bilin ki Allah, hayır işlemeye ehil olanları, emrine uyup hayra yönelenleri seçmiştir; Hakk'ın direkleridir onlar, itâati, kulluğu koruyanlardır onlar. Sizin için de her kullukta, Allah'tan
bir yardım var, onu dillerden söyler, gönüllere ilhâm eder; yeter bulanlara bunda yeterlik vardır; şifâ arayanlara şifâ vardır.
Bilin ki Allah'ın ilmini koruyan kullar vardır ki onu siyânet ederler; kaynaklarını akıtıp dururlar. Birbirleriyle uzlaşarak buluşurlar, birbirlerine sevişerek kavuşurlar. Birbirlerine ilim
ve hikmet sağrağını sunarlar; onu içip vefâ ve nasihatle kanarlar. Onları şüphe bulandırmaz; gaybet onlara yol bulmaz. Yaratılışları, huyları böyledir; bu huylarla sevişirler; bu huylarla,
birbirleriyle uzlaşırlar. Onlar, ekin için ayrılmış en güzel tohumlardır; kötüleri ayıklanmış, atılmıştır; iyileri seçilmiş, alınmıştır. Öz doğruluğu onları seçmiştir; sınanmalar, onları
denemiştir.[41]
Şu halde insanın, Allah emirlerini yüce bilerek kabûl etmesi; her şeyi kırıp geçiren, yıkıp döken kıyâmet gelip çatmadan ondan çekinmesi gerek. İnsanın müddeti az günlerde, duruluşu,
konaklanışı, kısa yerde, göçüp bırakacağı, varıp konacağı yer için hazırlıkta bulunması gerek. Ne mutlu o kişiye ki selîm bir kalbe sâhiptir, gıll-u gışı yoktur da kendisine doğru yolu gösterene
uyar; onu kötülüğe sevk etmek isteyenden, kaçar; ona yol gösterene uyup, onu hidâyete sevk edene itâat edip esenlik yolunu bulur, o yolu tutar; kapıları kapanmadan, sebepleri yitip gitmeden
hidâyete koşar; tövbe kapısını açmak ister; kendisinden suçları atmak ister. Elbette bu kişi hidâyet yoluna sevkedilmiştir, doğru ve aydın yola yönelmiştir.[42]
[1] - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (İbrahim a.s) 34. âyetiyle, 16. sûrenin (Nahl) 18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (s.a.a) "Allah'- ım,
gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuş-tur (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50).
Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin (Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbîh edilmiştir.
[2] - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, İlâhî hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli İmran, 19)
Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada itâat
etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El-müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, ofset basımı s:175-176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok âyetlerde geçer. 51,
sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmuştur. Bu âyeti İbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" tarzında tefsir etmiştir.
"Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" meâlindeki kudsî hadisi mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin tefsiri bakımın-dan, bu sözün, meâl
itibariyle doğru olduğunu söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire-1289, s.62).
Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil vasıtasıyla ve
vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son peygamber olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin onunla bittiğine, bu
dünyadan sonra bir âhiret âleminin bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, Nübüvvet, Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere
ve kitaplara inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine
uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle, nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten, yani
Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder.
[3] - Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim
görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi, duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı
gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ onun zâtına
bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Teâlâ'nın zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir.
2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivâsı
müeveldir. İstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet husûsunda da kullanılır. İstivâ, "alâ" ile ta'diye
edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu demektir. Gök
her cirmi kaplayan fezâdır, arş, tavan, bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi, saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı demek, hükmü
kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. Yoksa gökte veya
arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, s.99). Mücessime tâifesi, Allah'ın arşta bulunduğunu kail olmakla hata etmişlerdir. Bir
yerde temekkün, başka yerde bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa Allah için muhâldir.
[4] - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiç bir iş yapılamaz.
Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müs-tâğnidir, münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, sonunu da bilir.
[5] - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber göndermedikçe hiç
bir topluluğu azaplandırmayız" âyeti mucibince (17, İsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet tanıtmıştır, doğru yolu beyan
buyurmuştur. Peygamberlerin kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. İsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi
müjdelemiştir; kimisi bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve ettirmiştir.
[6] - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan Muhammed (s.a.a) ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in de ümmetine
tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde, kıyâmet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med (s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir. 9. sûrenin (Tevbe) 33.
âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği beyan buyurulmaktadır. 61.
sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de aynı meâldedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a) dininin son din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise
Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi
değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. Muhammed, peygamberlerin
sonuncusu-dur, dini de son dindir. Ondan sonra peygamberlik iddiâ eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de sömürgenlerin İslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar, yalancılardır.
Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir (3. Âli İmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki:
Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid kuruldu dedim, Mescid-i Aksâ buyurdular. İkisinin arasında dedim, ne kadar, zaman
var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us-Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk).
[7] - Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla tükenmez. İnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, fâiz alıp yürümüştü.
Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip yeniyordu. Harâm,
helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü, yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum görmüyoruz.
[8] - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı, kendilerinin sünnetidir.
[9] - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir. Hükmü
kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılma-sına cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır.
İçen dünyada da had vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın
başkasının hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 181),
bâliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki mazeretlerden biri ile mâzur olmayanlara
tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli İmran, 182) âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. İbret, "Bak. Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl
da ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir; mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe benzerler ki koskoca
kitapları taşımada" (62; Cumua, 5), "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" (10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan âyetlerdir
(58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38) âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah değildir; hadisle anlaşılır.
Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat etmek gerek" (4, Nisâ, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan ve herkesçe anlaşılan âyetlere
"muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir.
Mânası herkesçe anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılr; bazı sûrelerin başlarındaki harfler gibi.