İmam aleyhi's-selâm ona cevaben şöyle buyurdu

İmam sadık (a.s)'ın kendİsİnİ rızık talep etmekten menetmek maksadıyla yanına gelen sofularla konuşması
Süfyan-i Sevri, İmam Sadık aleyhi's-selâm'ın huzuruna gelip İmam'ın yumurta beyazı(nı andıran) elbiselerini görünce: "Bunlar size yakışır elbise değildir" dedi.

İmam aleyhi's-selâm ona cevaben şöyle buyurdu:

Sözümü iyice dinle ve anlamaya çalış, tâ ki öldüğünde sünnet ve hak üzere ölmüş olasın, bid’at üzere ölmeyesin. Bu senin dünya ve ahiretin için daha hayırlıdır. 
Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih kurak ve sıkıntılı bir dönemde yaşıyordu. Ama dünya nimetleri bollaşınca, o nimetlere daha lâyık olan iyilerdir, kötüler değil; mü'minlerdir, münafıklar değil; müslümanlardır,

kâfirler değil. Ey Sevri, neyi hoş görmedin, neye itirazın var? Allah'a andolsun ki, bütün bu gördüklerine rağmen iyiyle kötüyü tanıdığım günden beri hiç bir sabah veya akşam geçmemiştir ki Allah'ın, malımda bir hakkı olsun veya onu belli bir yerde harcamamı emretsin de ben onu o yerde harcamamış olayım.
(Süfyan-i Sevri bu cevapla yetinip gitti ama) Başka bir gün zahitlik postuna bürünen ve halkı da kendileri gibi sofuluğa davet eden bir grup insan, İmam’ın huzuruna gelerek şöyle dediler:
"Arkadaşımız delilini bilmediğinden dolayı sizinle tartışmaktan aciz kalmıştır."
İmam aleyhi's-selâm onlara: "Sizin deliliniz varsa söyleyin" diye buyurdu.
Onlar: "Bizim delilimiz Allah'ın kitabındandır" dediler.
İmam aleyhi's-selâm buyurdular ki: "Öyleyse onu beyan edin. Çünkü Kur'an, tabi olunmaya ve onunla amel edilmeye her şeyden daha layıktır."
Onlar dediler ki: "Allah-u Teala, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'in ashabından olan bir grup insanın vasfında şöyle buyuruyor: "Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler.
Kim, nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunursa işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır."[1] Bu ayette Allah-u Teala onların amelini övmüştür. Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Kendileri, ona karşı duydukları sevgiye rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler."[2] Biz bu iki ayetle yetiniyoruz."
Yine onlardan biri şöyle dedi: "Biz sizin lezzetli yemeklerden kaçındığınızı görmedik, bununla birlikte halkın mallarından faydalanmanız için onlara kendi mallarından el çekmelerini emrediyorsunuz."
İmam Sadık aleyhi's-selâm ona cevap olarak şöyle buyurdu:
"Bu boş sözleri bırakın! Ey cemaat, söyleyin bakalım, Kur'an'ın nasih ve mensuhu, muhkem ve müteşabihi hakkında bir bilginiz var mı? Bu hususta niceleri yoldan sapmış ve helak olmuştur.”
Onlar: "Bazısını biliyoruz, hepsini değil." dediler.
İmam aleyhi's-selâm buyurdular ki:
"Sizin yanlışlığınız işte burdadır. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'in hadisleri de böyledir (onların da nasih ve mensuhu, muhkem ve müteşabihi vardır).
Başkalarını kendisine tercih etmenin fazileti hakkında okuduğunuz ayetlere gelince; bu amel asr-ı saadet'te mübah ve câiz idi, ondan nehyedilmemişti; o amele karşı sevapları da vardı. Ama Allah-u Teala (sonraları) bunun aksine bir emir verdi ve onların önceki amelini neshetti. Allah-u Teala, mü'minlerin haline acıdığından,
onların kendilerine ve ailelerine bir zarar vermemeleri için bu ameli yasaklamıştır. Çünkü bazen ailede, açlığa tahammül edemeyecek güçsüz kişiler, küçük çocuklar, yaşlı erkek ve kadınlar vardır. Bu durumda eğer benim, bir ekmeğim olur ve onu da sadaka verirsem, bunlar açlıktan telef ve helak olurlar. İşte bundan dolayı Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurmuştur:
"Eğer bir insan malik olduğu beş hurma, beş ekmek, beş dinar veya beş dirhemini infak etmek istiyorsa, önce anne babaya infak etmesi daha hayırlıdır; sonra kendisine ve ailesine, sonra yakınlarına ve mü'min dostlarına, sonra fakir komşularına ve daha sonra Allah yolunda harcamalıdır. Bu sonuncu kısmın sevabıysa hepsinden daha azdır."
Yine Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih, bütün serveti beş veya altı köle olan ve küçük çocukları olmasına rağmen öldüğünde bunların hepsini azad eden ensardan biri hakkında şöyle buyurmuştur: 
"Eğer onun yaptığı bu işi önceden bana bildirmiş olsaydınız, onu müslümanların mezarlığında defnetmenize izin vermezdim. Çünkü, (bu hareketiyle) geride bıraktığı küçük çocuklarının halka muhtaç olmasına sebep olmuştur."
Daha sonra İmam aleyhi's-selâm şöyle buyurdular: "Babam, Peygamberin salla’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurduğunu haber verdi: "Nafakasını verdiğin kimseyle (ailen ile) başlayarak yakına, daha sonraki yakına ve böylece yakınlığı nisbetince diğerlerine öncelik tanı."
Bu konuda sözünüzü reddedecek ve sizi böyle bir tutumdan sakındıracak kesin bir ayet vardır. Allah-u Teala buyuruyor ki: "Rahman Allah'ın kulları, öylesine kullardır ki harcadıkları zaman ne israf ederler ve ne de kısarlar (harcamaları), ikisinin arasında orta bir yol olur."[3] Sizin davet ettiğiniz ameli ve israfı, Allah-u Teala’nın kınadığını görmüyor musunuz?
Kur'ân'ın diğer birkaç ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki Allah, israf edenleri sevmez."[4] Allah insanları israf ve kısmaktan sakındırıp onlara, bu ikisinin arasında orta bir yol izlemeyi emretmiştir. İnsan, yanında bulunan her şeyi sadaka vermemelidir, verdiği takdirde Allah’tan rızık istediğinde duâsı kabul olmaz. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'den şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Ümmetimden birkaç grubun duası kabul olmaz:
a) Anne babasına beddua eden kimsenin.
b) (Borç verirken) şahid tutmadığı halde borcunu ödemeyen borçluya beddua eden kimsenin.
c) Allah'ın, boşama yetkisi verdiği halde hanımına beddua eden şahsın.
ç) Evinde oturup "Yâ Rabbi bana rızık ver" deyip rızık peşine gitmeyen adamın. Allah böyle bir adama şöyle der: "Ey kulum, ailene yük olmaman, salim bedenle rızık elde etmen ve yeryüzünde, yolculuk yapman için imkan sağlamadım mı? Rızık peşine gittiğin zaman, istediğimde rızık veririm, istemediğimde ise kısıp vermem; fakat sen o zaman huzurumda mazur olursun.
d) Allah'ın verdiği çok malı infak edip sonra Allah'a yönelip: "Yâ Rabbi bana rızık ver" diyen kimsenin. Allah böyle bir kimseye şöyle hitap eder: "Sana bol rızık vermedim mi? Neden emrettiğim şekilde iktisatlı davranmadın ve neden yasakladığım israftan kaçınmadın?
e) Akrabası hakkında beddua eden kimsenin.
Yine Allah-u Teala Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'e nasıl infak edeceğini öğretti. Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'in yanında bir uvkiye[5] altın vardı. Onu gece yanında bulundurmaktan hoşlanmadığı için hepsini sadaka verdi ve geceyi yanında bir şey bulundurmaksızın sabahladı.
Bu arada bir dilenci gelip bir şey is-tedi. Resulullah'ın yanında ona verecek bir şey bulunmadığından dilenci Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih'i kınadı. Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih şefkatli ve merhametli birisi olduğundan (ona bir şey veremediğinden) dolayı üzüldü. Allah-u Teala şu ayetle Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih'i tedib etti:
"Elini boynuna bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalırsın."[6] Yani seni mazur görmezler ve yanında bulunan her şeyi bağışladığında da mal yönünden zarar görürsün. İşte bu Kur'an'ın te’yid ve tasdik ettiği Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih'in hadisleridir; Kur'an'ı da onun ehli, yani mü'minler tasdik eder.
(Daha sonra İmam Cafer Sadık aleyhi's-selâm onların saygı duyduğu Ebu Bekr'in tutumunu kanıt getirdi, takva ve zühd ile meşhur olan Selman ve Ebuzer'in siyerini beyan etti):
Ebu Bekir öldüğünde ona, "Vasiyet et" dediklerinde şöyle dedi: "Malımın beşte birini (Allah yolunda harcamalarını) vasiyet ediyorum; beşte biri de çoktur (az değil). Çünkü Allah-u Teala da beşte birine razı olmuştur." Böylece Ebu Bekir malının beşte birini vasiyet etti. Halbuki Allah-u Teala, malının üçte birini onun yetkisine bırakmıştı; üçte birini vasiyet etmenin kendisi için hayırlı olduğunu bilseydi, onu vasiyet ederdi.
Daha sonra fazilet ve zahidlikle tanınmış olan Selman (raziyellahu anhu) ve Ebuzer (raziyellahu anhu)'e gelince:
Selman(raziyellahu anhu) Beyt-ul maldan payını aldığında yıllık azığını götürüp depoluyordu. Selman'a: "Ey Selman, sen bu zahidliğinle bugün veya yarın öleceğini bilmediğin halde,
yıllık masrafını temin etmeyi nasıl düşünebiliyorsun?" dediklerinde Selman şöyle dedi: "Siz neden ölümümden endişe ettiğiniz kadar hayâtıma ümid etmiyorsunuz? Ey cahiller! Yoksasiz insan nefsinin, geçimi temin edilmediğinde perişan ve bitkin düşüp sahibine uymadığını, temin edildiğinde de mutmain olduğunu ve böylece sükunet bulduğunu bilmiyor musunuz?"
Ebuzer (raziyellahu anhu)'e gelince, onun da sütünden yararlandığı iki devesi ve iki koyunu vardı; ve bazen de ailesi et istediğinde veya bir misafir geldiğinde veyahut su kuyusunun yanı başında onunla yaşayan muhtaç göçebeler için bir deve veya bir koyun kesip etini onların arasında taksim ediyordu; onlardan birisinin payı miktarınca bir pay da kendisi için alıyordu,
fazla değil. Bunlardan daha zahid olan kim var? Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih'in onların hakkındaki buyurduğu onca sözlerine rağmen işleri hiç bir şeye sahip olmayacak dereceye varmadı. Ama siz, insanları bütün varlıklarından geçmeye, başkalarını kendilerine ve ailelerine tercih etmeye davet ediyorsunuz.
Ey cemaat, biliniz ki ben, babamın babalarından şöyle rivayet ettiğini duydum: Bir gün Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:
"Ben, mü'mine şaşırdığım kadar hiç bir şeye şaşırmadım. Mü'minin bedeni dünyada makasla doğransa onun hayrınadır; dünyanın doğu ve batısına malik olsa yine onun hayrınadır. Allah-u Teala'nın ona yaptığı her şey onun hayrınadır."
Keşke bugün izah ettiğim şeyin sizi etkilediğini bir bilseydim; yine ilave edeyim mi? Allah-u Teala'nın, işin evvelinde her mü'minin on müşrik karşısında savaşmasını farz kıldığını ve onlardan kaçmaya hakları olmadığını bilmiyor musunuz? O gün kim müşriklere sırt çevirseydi yerini ateşle hazırlamış olurdu. Daha sonra Allah-u Teala, onlara acıyarak önceki emrini değiştirdi ve her mü'minin iki müşrik karşısında savaşmasını farz kılarak işi hafif-letti ve böylece önceki hükmü neshetmiş oldu.
Söyleyin bakalım; eğer bir adam, ben zahidim hiç bir şeyim yoktur, diyerek eşinin nafakasını vermez de hakimler onu, eşinin nafakasını ödemeye mecbur ederlerse, hakimlerin bu hükmü, o adama zulüm mü sayılır? Eğer, "Bu adaletsiz bir hükümdür" derseniz, İslam ehline zulüm etmiş olursunuz. Yok eğer, "adaletli bir hükümdür" diyecek olursanız,
o zaman da kendinizi mahkum etmiş olursunuz. Yine eğer birisi ölüm anında malının üçte birinden fazlasını fakir ve yoksullara verilmesini vasiyet ederse ve hakimler üçte birinden fazlasını kabul etmeyip varislere iade ederlerse, onlar bu hükümle zulüm mü etmiş olurlar? Yine eğer, bütün insanlar sizin dediğiniz şekilde zahid olup da başkalarının malından bir şey almazlarsa, 
o zaman yemin ve adak keffareti, deve, koyun, sığır, altın, gümüş, hurma, kuru üzüm ve zekâtı gerektiren diğer şeylerin zekâtı kime verilir? Eğer mesele sizin dediğiniz gibi olsaydı,
o zaman hiçbir kimsenin dünya malından bir şey alması doğru olmazdı; kendisi muhtaç olsa bile o malı başkalarına vermesi gerekirdi. Gittiğiniz yolu insanlara kabul ettirmeye çalışmanız, Allah'ın kitabına, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih'in sünnetine ve Kur'ân'ın te'yid ettiği hadislere cahil olmanız veya o hadisleri cehaletinizle reddetmeniz ve Kur'an'ın nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, emir ve nehiy ayetlerinin tefsirindeki dakik nükteler hususunda düşünmemeniz ne de kötüdür!
Söyleyin bakalım; Davud oğlu Süleyman aleyhi's-selâm nasıl bir insandı? Hazret-i Süleyman Allah-u Teala'dan, kendisinden sonra hiçbir kimseye verilmeyecek bir sultanlık istedi. 
Allah-u Teala da, duasını kabul etti ve istediği şeyi ona bağışladı. Hazret-i Süleyman aleyhi's-selâm, hakkı söyleyen ve hak ile amel eden bir peygamberdi. Sonra Allah'ın ve mü'minlerin onu bu isteğinden dolayı kınadıklarını da görmüyoruz.
Hazret-i Süleyman'dan önce de Hazret-i Davud aleyhi's-selâm’ın onun gibi bir mülk ve kudreti vardı.
Diğer bir örnek de Hazret-i Yusuf aleyhi's-selâm’dır. O Mısır hükümdarına şöyle dedi:
"Beni bu yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde bir (yönetici) kıl. Çünkü ben (bunları) iyi bir koruyucuyum; (yönetim işlerini de) bilenim."[7]
Mısır'dan Yemen'e kadar olan yerlerin hakimiyeti Hazret-i Yusuf'un elinde idi. Bu bölgenin insanları, kıtlığa uğradıklarından dolayı azıklarını, Hazret-i Yusuf'dan te'min
ediyorlardı. Yusuf aleyhi's-selâm da hak söyleyen ve hak ile amel eden bir peygamberdi. Hiç bir kimsenin bu işinden dolayı ona itirazda bulunduğunu görmedik.
Nitekim, Zulkarneyn de Allah'ı seven ve Allah'ın da kendisini sevdiği bir kul idi. Allah, sebep ve vesileleri onun emrine bıraktı ve onu yeryüzünün doğu ve batısına hakim kıldı. O da hak söyleyen ve hakla amel eden birisiydi. Daha sonra hiçbir kimsenin bu amele karşı onu ayıpladığını görmedik.
Ey cemaat, Allah'ın, mü'minlere olan âdâbıyla edeplenin, emir ve nehyi ile yetinin; sizin için müphem olan (bilinmeyen) ve hakkında bir şey bilmediğiniz şeyleri terkedin.
Mükafata erişmeniz ve Allah katında mazur olmanız için ilmi ehline bırakın. Kur'ân'ın nasih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, helal ve haramını öğrenmeniz için ilim talep edin. Çünkü, bu amel sizi Allah'a daha çok yaklaştırdığı gibi cehaletten de bir o kadar uzaklaştırır. Cehaleti de ehline bırakın. Çünkü cehalet ehli olanlar çoktur; ilim ehli olanlar ise azdır. Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır."[8]
[1] - Haşr / 9.
[2] - İnsan / 8.
[3] - Furkan / 67.
[4] - En'âm / 141.
[5] - Yedi miskal civarında bir ağırlık ölçüsü, her uvkiye 40 dirhemdir.
[6] - İsrâ / 29.
[7] - Yusuf / 55.
[8] Yusuf / 76.
İnsanın yaratılışı ve vücudunun terkİbİ hakkındakİ sözlerİ
İnsan dört tabiat, dört sütun ve dört rükun ile kendisini tanımalıdır.
Tabiatlar: Kan, safra, hava ve balgamdan ibarettir.
Sütunlar: Akıl ve akıldan kaynaklanan kavrama ve ezberleme kabiliyetidir.
Rükunlar: Nur, ısı, ruh ve sudur. İnsanın şekli onun tiynetidir (tabiatıdır). İnsan nur ile görür, ısıyla yiyip-içer, ruh ile hareket eder ve cinsel münasebette bulunur. Su (ve rutubet) ile de tadılacak şeylerin ve yemeğin tadını alır. İşte bunlar insan şeklinin yapısıdır.
Eğer insanın aklı nurla desteklenir, teyid olunursa o zaman insan alim, hafız, zeki, uyanık ve anlayışlı olur. İhlas, tevhid ve itaatta bulunmakla da nerede olduğunu, nimetlerin nereden kendisine ulaştığını, niçin dünyaya geldiğini ve nereye gideceğini anlayacaktır.
Kan insanın vücudunda bazen soğuk, bazen de sıcak olarak dolaşır. Kan sıcak olduğunda (insan sıcak tabiatlı olduğunda) insan sarhoş, azgın, neşeli, katil, hırsız, sevinçli, zinakâr ve kibirli olur.
Kan soğuk olduğunda da gamlı, üzüntülü, boynu bükük, zayıf ve unutkan olur. Bunlar hastalığa sebep olan etkenlerdir. Bunlar ilk olarak uygun olmayan bir saatte elverişsiz bir şeyi yeyip içmekle vücuda gelir ve böylece elemli hastalıklara sebep olur.
İmam Sadık aleyhi's-selâm daha sonra şöyle buyurdu:
İnsanın vücud yapısı şöyledir: İnsan, ısıyla yiyip - içer, ısıyla çalışır, rüzgarla (hava yardımıyla) işitir, rüzgarla koklar, suyla yiyecek ve içecekleri tadar, ruhla hareket eder.
Eğer mide ısısı olmasaydı yiyecek ve içecekler bedende hazmolmazdı. Hava olmasaydı midenin ısısı artmadığı gibi dışkısı da dışarı çıkmazdı. Ruh olmasaydı geliş-gidiş (hareket) olmazdı. Suyun soğukluğu olmasaydı, midenin ısısı insanı yakardı. Işık olmasaydı, insan görüp anlayamazdı.
İnsanın şekli balçıktandır. İnsanın bedenindeki kemik, yeryüzündeki ağaca benzer; tüy ota, sinir (damarları) ağaç üze-rindeki kabuğa ve kan, yeryüzündeki suya benzer. Susuz yerin kıvamı olmadığı gibi kansız bedenin de kıvamı olmaz. Beyin de kanın yağı ve kaymağıdır.
Yine insanın yaratılışında dünya ve ahiret unsurları birleşmiştir. Allah-u Teala bu iki unsuru terkip ettiğinde insanın yaşama yeri ister istemez yeryüzü oluvermiş ve böylece semavî bir unsur olmaktan çıkıp yere inivermiştir.
Allah-u Teala bu iki unsuru birbirinden ayırdığında, yani ecel geldiğinde ahiret unsuru tekrar göğe dönecektir. Öyleyse hayât yerde, ölüm ise göktedir (yani ölene kadar yeryüzünde,
öldükten sonra da gökte yaşayacaktır). Çünkü, ruh ile bedenin arasına ayrılık girerek, ruh ve nur, önceki ilk kudretlerine dönecek ve beden de dünya unsurundan olduğu için yeryüzünde bırakılacaktır.
Bedenin bozulmasının sebebi de şudur: Rüzgar (hava), bedenin suyunu emip balçığı kurutur; balçık da ufalanıp çürür ve bunların hepsi ilk hakikatlerine (şekillerine) dönerler.
Ruhun hareketi nefisledir; nefsin hareketi ise rüzgarladır (havayladır). Mü'minin nefsi akılla teyid olan bir nurdur. Kâfirin nefsi ise, muziplikten kaynaklanan bir ateştir. Kâfir kendi ateşinin şeklinde (cinsinden)dir. Mü'min de kendi nurunun şeklindedir. Allah tarafından olan ölüm, mü'min için rahmet, kâfir için ise azaptır.
Allah-u Teala'nın, iki çeşit cezası vardır: Biri ruhtan, diğeri ise insanların birbirine musallat olmasından kaynaklanır. Ruhtan kaynaklanan, hastalık ve fakirliktir. İnsanların birbirine musallat olmasından kaynaklanan ise, beladır.
Nitekim, Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Böylece biz, kazandıkları şeyler (günahlar) yüzünden zalimlerin bir kısmını bir kısmına musallat ederiz (galip ederiz)."[1]
Demek ki, ruhun günahının cezası, hastalık ve yoksulluktur. Bazı insanların bazısına musallat olmasının sonucu ise intikam almaktır. Bunların hepsi mü'minler için dünyevî bir cezadır; ama kâfirler için hem bu dünyada ceza var, hem de ahirette. Bunların tümü, sadece günah sebebiyledir.
Günah şehvetten kaynaklanır; şehvet de mü'minin hata ve unutkanlığından kaynaklanır veya mecbur ve güçsüz olmasının neticesinde olur. Kâfir tarafından vuku bulan şeyler ise kasıt, inkar, tecavüz ve haset sebebiyledir.
Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Kitap ehlinden çoğu kendi-lerindeki hasetten dolayı sizi, iman ettikten sonra küfre döndürmek isterler."[2]

[1] - En'âm / 129.
[2] - Bakara / 109.
bazı hİkmetlİ sözlerİ
Aklı olmayan, ıslah olamaz. İlmi olmayan anlayamaz. Anlayan, nezaketli olur. Halim ve olgun olan, muzaffer olur. İlim siperdir. Doğruluk izzettir. Cehalet zillettir. Anlayış ululuktur.
Cömertlik başarıdır. Güzel ahlak, dostluğa yol açar. Zamanını tanıyana, şüpheler saldırmaz. Sağduyu, zannın kandilidir. Allah, kendisini tanıyanın dostudur ve O’nu tanımadığı halde tanıyor gibi görünenin de düşmanıdır. Akıllı insan, bağışlayıcı olur; cahil ise gaddar. Saygı görmek istiyorsan, yumuşak davran. Hakir olmak istiyorsan, haşin ol. Asaletli olanın, kalbi yumuşak olur.
Haşin olanın, kalbi katı olur. Vazifesini yapmada kusur eden, uçuruma düşer. İşin sonundan endişesi olan, bilmediği şeyde ihtiyatlı davranmalıdır. Bilmeyerek bir işe teşebbüs eden,
kendi burnunu yere sürter (zillete duçar olur). İlmi olmayan, anlamaz; anlamayan kurtulmaz; kurtulmayan, kıymetli olmaz; kıymetli olmayan, ezilir; ezilen, çok kınanır; böyle olan bir kimseye ise pişmanlık yakışır. Tanınmamaya güç yetirebilirsen bunu yap. Halkın seni övmemesi sana bir zarar vermez.