1) ÂLEMİN SONRADAN VAREDİLMİŞLİĞİ VE VAREDİCİSİNİN İSBATI BABI

l-(211) ...Hişam b. Hakem söyledi:

Mısır'da bir zındık (ateist) vardı. Bu adam, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhis­selâm)’ın bazı sözlerini duymuştu. Onunla tartışmak için Medine'ye geldi;

fakat ora­da İmam'ı göremedi, ona İmam Mekke'ye gitti, dediler. O da İmam'ın peşinden Mek­ke'ye geldi. Biz Ebu Abdullah ile beraberdik. Adam bizimle karşılaştı. Biz de Ebu Abdullah ile birlikte Kâbe’yi tavaf ediyorduk. Adamın adı Abdulmelik, künyesi de Ebu Abdullah'tı. Adam, omzunu Ebu Abdullah'ın omzuna dokundurdu.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) ona: «Adın nedir?» diye sordu.

-Adam: "Adım, Abdulmelik'tir / Hükümdarın kulu." dedi.

-İmam: «Peki, senin künyen nedir?» diye sordu.

-Adam: "Ebu Abdullah / Allah'ın kulunun babasıdır." dedi.

Ebu Abdullah ona dedi ki: «Senin kulun olduğun bu hükümdar kimdir? Yeryüzündeki bir hükümdar mı yoksa gökteki bir hükümdar mı? Söyle bakayım, senin oğlun, gökteki ilâhın mı kuludur yoksa yerdeki bir ilâhın mı? İstediğini söyle, anın­da cevabını alırsın, bütün görüşlerin çürütülür.» 

Hişam b. Hakem der ki: Zındık adama dedim ki: "Niçin cevap vermiyorsun?"

-Adam dedi ki: Onun huzurunda izni olmadan konuşmak çirkin kaçar.

-Ebu Abdullah dedi ki: «Tavafı tamamladığımız zaman yanımıza gel.»

İmam Ebu Abdullah (aleyhisselâm) tavafı bitirince ateist yanına geldi. Ebu Ab­dullah'ın karşısına oturdu. Hepimiz onun yanında toplanmış bulunuyorduk.

Ebu Abdullah ateiste sordu: «Sen, yerin altının ve üstünün olduğunu biliyor musun?»

-Adam: "Evet." dedi.

-«Peki, yerin altına girdin mi?» diye sordu.

-Adam: "Hayır." dedi.

-«Öyleyse yerin altında ne olduğunu nereden biliyorsun?» dedi.

-Adam: "Bilmiyorum; ama yerin altında bir şey olmadığını zannediyorum." dedi. 

Ebu Abdullah (aleyhisselâm): «Zan, kesin bilgi sahibi olunamayan bir mesele­de çaresizliğin göstergesidir.» dedi.

Sonra şunu söyledi: «Peki, göğe çıktın mı?» 

-Adam: "Hayır." dedi.

- «Orada ne olduğunu biliyor musun?» diye sordu.

Adam: "Hayır." dedi.

Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: «Sana hayret ediyorum! Doğuya gitme­mişsin, batıya ulaşmamışsın, yere inmemişsin, göğe çıkmamışsın, göğün sınırlarını aşmamışsın, ötesinde neler olduğunu bilmiyorsun! Bununla beraber buralardakileri (Evrene egemen olan düzeni, yaratıcının varlığına delalet eden olağanüstü planı) inkâr edi­yorsun! Akıllı bir insan bilmediği bir şeyi inkâr eder mi?»

Ateist adam dedi ki: Senden başka kimse benimle bu şekilde konuşmamıştı.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Bununla beraber sen, bu hususta şüphe içindesin. Böyle olabilir de, olmayabilir de, diye kuşku duyuyorsun!»

-Adam: "Olabilir." dedi.

Ebu Abdullah dedi ki: «Ey Adam! Bilmeyenin, bilen birine karşı ileri sürebile­ceği bir kanıtı olmaz. Cahilin kanıtı olamaz. Ey Mısırlıların kardeşi! Beni iyi dinle ve sözlerimi iyice anla.

Çünkü; biz hiçbir zaman Allah hakkında şüpheye düşmeyiz. Gü­neş'i ve Ay'ı, ufuklardan belirip dünyayı kaplayan geceyi ve gündüzü görmez misin-ki hiç yanılmazlar, dönüşümlü olarak yer değiştirirler. Bir iradeye uymakla yükümlü­dürler ve içinde bulundukları yörüngeden başka bir yerleri yoktur. 

Eğer gitmeye güç­leri yetseydi niçin dönsünlerdi ki? Şayet bir iradenin direktiflerine uymakla yükümlü olmasalardı, niçin gece gündüze, gündüz de geceye dönüşmesindi? Mecburdurlar.
Allah'a yemin ederim ki, sürekli olarak bulundukları yörüngede hareket etmeye on­ları mecbur kılan da, onlardan daha fazla hikmet sahibidir, onlardan daha büyüktür.»

Ateist adam dedi ki: Doğru söylüyorsun!

Ardından Ebu Abdullah (aleyhisselâm) sözlerini şöyle sürdürdü:

«Ey Mısırlıların kardeşi! Sizin savunduğunuz ve "dehr/zaman" olduğunu san­dığınız şey, insanları götürüyorsa, niçin onları bir daha geri getirmiyor? Şayet getiri­yorsa, niçin geri götürmüyor? 

Ey Mısırlıların kardeşi, herkes bir irade karşısında ça­resizdir. Gök yükseltilmiş, yer serilmiştir. Niçin gök, yerin üzerine düşmez? Yer, ne­den katmanları üzerine yuvarlanmaz, yerle gök niçin birbirine çarpmaz ve yerin üze­rindekiler neden birbirine girmezler?»

Zındık dedi ki: Onları Rableri ve efendileri olan Allah tutuyor.

Böylece zındık adam, Ebu Abdullah'ın aracılığıyla iman etti.

Humran, İmam'a dedi ki: Sana kurban olayım, zındıklar senin aracılığınla iman ettikleri gibi kâfirler de, senin baban aracılığıyla iman etmişlerdi.

Ebu Abdullah'ın aracılığıyla iman eden kişi dedi ki: Beni öğrencin yapar mısın?

Ebu Abdullah dedi ki: «Ey Hişam b. Hakem! Bunu yanına al ve onu eğit.» Şamlıların ve Mısırlıların öğretmeni[1] olan Hişam, ona İslâm'ı öğretti. Adam tertemiz bir inanca sahipti. İmam Sadık (aleyhisselâm) ondan memnundu.

2-(212) ...Ahmed b. Muhsin el-Miysemî şöyle rivayet eder:

Bir gün Ebu Man-sur el-Mutatabbib'in yanındayken bana dedi ki: Bir arkadaşım, bana şöyle anlattı:

Ben, İbn Ebu'l-Avca ve Abdullah b. Mukaffa' Mescid-i Haram'da idik. Bir ara İbn Mukaffa' şöyle dedi: Şu gördüğünüz kalabalık var ya! -eliyle tavaf edenleri gös­tererek- Bunlardan hiçbiri, 

insanlık niteliğini hak etmiyor. Şurada oturan yaşlı adam hariç. -Ebu Abdullah (Cafer b. Muhammed aleyhisselâm)’ı kastediyor- Diğerleri beş para etmez leşler ve davarlar sürüsünden farksızdır.

İbn Ebu'l-Avca ona dedi ki: Neye dayanarak insanlık niteliğini sadece bu yaş­lı adama yakıştırıyorsun ve diğerlerini bu nitelemeye layık görmüyorsun?

İbn Mukaffa' dedi ki: Çünkü diğerlerinde görmediğim erdemi, onun yanında gördüm.

Bunun üzerine İbn Ebu'l-Avca şöyle dedi: Senin dediğin gibi olup olmadığını öğrenmek için onu sınamak kaçınılmaz oldu.

İbn Mukaffa': "Yapma! Çünkü senin kafanı karıştırmasından korkarım." dedi.

Dedi ki: Senin korkun bu değildir, bilâkis o yaşlı adama verdiğin değerden dolayı yanımdaki konumunun zayıflamasından korkuyorsun.

Bunun üzerine İbn Mukaffa' şöyle dedi: Mademki, benim hakkımda böyle bir vehme kapıldın, öyleyse kalk ona git. Fakat elinden geldiğince sürçmemeye çalış. Dizginlerini büsbütün onun eline kaptırma 

(bazı görüşlerine eğilim gösterme). Yoksa (benimsediğin bu görüşlerinden hareketle) senin elini ayağını bağlar (kaçacak yol bula­mazsın). Neyin lehine ve neyin aleyhine olduğunu iyi belle.

İbn Ebu'l-Avca kalkıp gitti, ben ve İbn Mukaffa' oturduğumuz yerde kaldık. İbn Ebu'l-Avca yanımıza geldiğinde şöyle dedi:

Yazıklar olsun sana, ey İbn Mukaffa'! Bu adam kesinlikle bir beşer değildir. Eğer ruhaniler bedende bulunuyorlarsa, dilediklerinde görünüyor, dilediklerinde giz­leniyorlarsa, işte bu adam onlardan biridir.

İbn Mukaffa' ona dedi ki: Bu kanaate nasıl vardın?

Dedi ki: Yanına oturdum. Yanında benden başka kimse kalmayınca o, benden önce söze başladı ve şöyle dedi: «Eğer bunlar-tavaf eden Müslümanları kastediyor- doğruysa onlar kurtuldular, sizler helak oldunuz. Eğer sizin dediğiniz doğruysa o za­man sizle bunlar eşit konumdasınız.» 

Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, biz ne söylüyoruz, onlar ne söylüyor­lar? Benimle onların görüşü birdir.

Dedi ki: «Seninle onların görüşü nasıl bir olabilir ki? Onlar, öldükten sonra dirileceklerine, dünyadan sonra bir ahiret hayatının olduğuna, sevaba ve azaba inanı­yorlar, gökte bir ilâhın olduğuna ve göklerin mamur olduğuna iman ediyorlar. Siz ise göklerin harap olduğunu, orada kimsenin bulunmadığını savunuyorsunuz.»

Ebu Abdullah'ın bu sözlerini fırsat bildim ve dedim ki: "Eğer durum onların söyledikleri gibi ise niçin bu ilâh, yarattığı insanlara görünmüyor, onları kendine ibadet etmeye davet etmiyor? 

Eğer öyle yapsaydı hiç kimse bu hususta farklı bir görüş savunamazdı. Neden gizlenerek peygamber gönderme gereğini duydu? Eğer doğ­rudan kendini gösterseydi bu insanların iman etmeleri hususunda daha etkili olmaz mıydı?"



Dedi ki: «Yazıklar olsun sana! Senin varlığında kudretini sana gösteren biri­nin gizli olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun? Hiçbir şeyken var oluşunu, küçüklükten sonra büyüklüğünü,

büyüklükten sonra küçülüşünü, zayıflıktan sonra güçlenişini, güçlülükten sonra zayıf oluşunu, sağlıktan sonra hasta oluşunu ve hasta olduktan sonra sağlığına kavuşmanı,

öfkenden sonra hoşnut oluşunu, hoşnut oluşundan sonra öfkelenişini, sevincinden sonra üzülüşünü, üzülmenden sonra sevinmeni... Nefretin­den sonra sevgini, sevginden sonra nefretini,

gecikmenden sonra kararlılığını, karar­lılığından sonra gecikmeni, istekliliğinden sonra isteksizliğini, isteksizliğinden sonra istekliliğini, kaçınmandan sonra yönelmeni, 

yönelmenden sonra kaçınmanı, umut­suzluğundan sonra umudunu, umudundan sonra umutsuzluğunu, zihninde olmayanı hatırlamam ve zihninde olduğuna inandığın şeyin yok oluşunu görmez misin?»


"Bana sürekli olarak Allah'ın kudretinin nefsimdeki somut belirtilerini sayı­yordu ve ben bunların hiçbirini reddedemiyordum. Öyle ki çok geçmeden bu tartış­mada bana üstünlük sağlamasından korktum."

Yine ondan, o da bazı arkadaşlarımızdan merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın kendisine yönelttiği soruya karşılık olarak İbn Ebu'l-Avca'nın daha çok açıklamada bulunduğunu belirterek şöyle rivayet eder:

İbn Ebu'1-Avca, ikinci gün Ebu Abdullah'ın meclisine geri döndü. Bir yere oturdu, konuşmadan öylece sessiz bekledi.

Ebu Abdullah ona dedi ki: «Bana öyle geliyor ki, önceki tartışmamızı sürdür­mek için geldin!»

Dedi ki: Bunu istedim, Ey Resûlullah'ın oğlu!

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Şaşırtıcı bir davranış! Allah'ı inkâr edi­yorsun; ama benim Allah'ın elçisinin çocuğu olduğumu kabul ediyorsun.»

Dedi ki: Ağız alışkanlığıyla böyle söyledim, inandığımdan değil.

Bunun üzerine Âlim ona: «Seni konuşmaktan alıkoyan nedir?» diye sordu.

Dedi ki: Senin görkemin ve heybetin karşısında dilim dönmüyor. Ben bu güne kadar nice âlim gördüm, nice kelamcıyla tartıştım, bunların hiç birinin heybetinden seninki kadar etkilenmedim.

Dedi ki: «Böyle olur. Fakat ben sana bir soru sorayım, sen buna karşılık ver.» Ardından şöyle dedi: «Sen, yapılmış (yaratılmış) mısın yoksa yapılmamış (ya­ratılmamış) mısın?» ..

Abdulkerim b. Ebu'1-Avca dedi ki: Bilâkis ben, biri tarafından yaratılmamışım.

Âlim (aleyhisselâm) dedi ki: «Öyleyse söyle bakayım, eğer biri tarafından ya­ratılmış olsaydın, nasıl olurdun?»

Abdulkerim uzun süre cevap veremeden öylece kalakaldı. Sonra önünde du­ran bir çöple oyalanarak bir yandan da şunları söylemeye çalıştı:

"Yaratılmış varlıklar uzun, geniş, derin, kısa, hareketli ve hareketsiz olurlar. Bütün bunlar bir şeyin yaratıldığını gösteren niteliklerdir."

Âlim (aleyhisselâm) ona şöyle dedi: «Eğer yaratılmışlığın nitelikleri olarak bunlardan başka bir şeyi bilmiyorsan, kendini de yaratılmış kabul etmen gerekir; çünkü kendinde de bu nitelikleri bulabilirsin.»

Abdulkerim, İmam'a şöyle dedi: Bana öyle bir soru sordun ki, senden önce hiç kimse böyle bir soru sormamıştı ve senden sonra da kimse benzeri bir soru soracak değildir.

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle dedi:

«Varsayalım ki bundan önce sana böyle bir soru sorulmadığını bildin. Peki, bundan sonra böyle bir sorunun sana sorulmayacağını nereden biliyorsun? Üstelik ey Abdulkerim, bu sözlerinle sen kendinle çelişiyorsun. Çünkü sen varlıkların ezel­den beri eşit konumda olduklarını ileri sürüyorsun. Peki, o zaman nasıl oluyor da ba­zı şeylere öncelik, bazılarına da sonralık niteliğini yakıştırıyorsun?»

İmam ardından şunları söyledi: «Ey Abdulkerim, sana biraz daha açıklamada bulunayım. Diyelim ki, senin bir kesen var ve bu kesenin içi mücevher doludur. Bir adam sana: "Kesende dinar var mı?" diye sorsa ve sen de kesede dinar olmadığını belirtsen, sonra bu adam sana: "Öyleyse bana dinarları vasfet" dese, üstelik senin de dinarların sıfatları hakkında bir bilgin olmazsa, bilmediğin halde kesede dinar olma­dığını ifade edebilir misin?»

-Adam: "Hayır." dedi. 

-Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle buyurdu: «Evren de keseden daha uzun ve daha geniştir. Evrende öyle bir varlık olabilir ki, sen bunun hakkında bilgi sahibi olmayabilirsin. Çünkü sen, bir varlığı göremeden onu vasfedemiyorsun.»

Abdulkerim öylece kalakaldı. Bu konuşma ve tartışma sonunda onun bazı ar­kadaşları İslâm'ı kabul ettiler, diğer bazı arkadaşları da onunla birlikte eski anlayışla­rını sürdürdüler. Üçüncü gün tekrar geldi ve dedi ki: "Bir soru sormak istiyorum."

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «İstediğini sorabilirsin.»

-Adam: "Cisimlerin sonradan var olduklarının kanıtı nedir?" diye sordu.

-İmam buyurdu ki: «Çevremde gördüğüm küçük veya büyük bir şeye, kendi cinsinden başka bir şey katıldığı zaman mutlaka eskisinden daha büyük olur. Bu olay bir zeval oluş ve ilk durumdan farklılaşmadır.

Eğer cisim öncesiz (kadim) ol­saydı zeval bulmaz, durumsal olarak değişime uğramazdı. Çünkü, zeval bulan ve duramsal değişikliğe uğrayan bir şeyin var olması ve varoluşunun iptal olması da caiz­dir. Yok oluşundan sonra var olmasıyla sonradan olma (hadis) varlıklar sınıfına gi­rer. Aynı şekilde var oluşundan önce de yoklar sınıfına dâhil olur. Öncesizlik ve yokluk, sonradan olma ve kadimlik nitelikleri, aynı varlıkta bir araya gelemezler.»

Bunun üzerine Abdulkerim dedi ki: "Varsayalım ki, küçüklük ve büyüklük durumlarının iki farklı zamanda değişime uğramaları, senin söylediğin gibi onların sonradan olma varlıklar olduklarının kanıtıdır.

Peki, varlıklar her durumda küçüklük niteliklerini korurlarsa, bunların sonra­dan olma varlıklar olduklarını nasıl kanıtlayacaksın?"

Âlim (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Şu anda var olan objektif âlemle ilgili olarak konuşuyoruz. Eğer bu objektif âlemi ortadan kaldırsak ve onun yerine başka bir evren yerleştirsek bu, ortadan kaldırdığımız ve yerine başka evreni yerleştirdiğimiz âlemin sonradan olma bir varlık olduğundan öte bir şeye delâlet etmez; ancak ben sana bizi kanıtlarınla susturmayı planladığın yöntemi esas alarak cevap vereceğim.

Biz diyoruz ki: Varlıklar eğer küçüklük nitelikleri üzere devam ederlerse, zi­hinlerde sürekli şöyle bir düşünce yer alır: Bir varlık ne zaman kendisi gibi bir varlı­ğa katılırsa daha büyük olur.

Hacminde değişikliğin meydana gelmesini zihinsel ola­rak caiz gördüğümüz anda da onu öncesizlik kategorisinden çıkarmış oluruz ve deği­şime uğraması da sonradan olma varlıklar sınıfına girmesi demektir. Senin için bun­dan başka çıkış yolu yoktur, ey Abdulkerim.»

Adam bu cevap karşısında tartışmayı kesti, utanç içinde başını öne eğdi.

Bir sonraki sene onunla Kâbe’de bir kez daha karşılaştılar. İmam'ın Şia’sından bazıları dediler ki: "İbn Ebu'1-Avca Müslüman olmuş."

Âlim (aleyhisselâm) buyurdu ki: «O, kördür, Müslüman olamaz.»

Adam İmam'ı görünce: "Efendim, dostum!" dedi.

Âlim (aleyhisselâm): «Buraya niçin geldin?» dedi.

Adam dedi ki: Vücudun alışkanlığından ve memleketin geleneklerinden dola­yı geldim. Bir de insanların deliliğini, tıraş oluşlarını ve taş atışlarını görmek istedik.

Âlim dedi ki: «Sen, hâlâ eski inadın ve sapıklığın üzeresin ey Abdulkerim!»

Abdulkerim söylenerek oradan ayrıldı.

Âlim (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Hacda kavga, mücadele olmaz.»

Sonra hırkasını eliyle silkeledi ve dedi ki: «Eğer senin dediğin gibiyse -senin dediğin gibi değildir- biz de sen de kurtulduk. Ama eğer bizim dediğimiz gibiyse -ki bizim dediğimiz gibidir- biz kurtulduk, sen helak oldun.»

Bunun üzerine Abdulkerim yanındakilere dönerek: "Kalbimde bir ağrı hisse­diyorum beni geri götürün."

Adamları onu oradan uzaklaştırırlarken öldü. Allah rahmet etmesin.

3-(213) ...Muhammed b. Abdullah el-Horasanî şöyle rivayet ediyor:

Bir gün bir zındık (ateist), Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)’ın yanına geldi. O sırada İmam'ın yanında bir grup insan bulunuyordu. Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki:

«Ey Adam! Sence, gerçek sizin ileri sürdüğünüz gibiyse -ki öyle değildir-biz­le siz, şer'an eşit olmaz mıyız? Böyle bir durumda kıldığımız namazın, tuttuğumuz orucun, verdiğimiz zekâtın ve getirdiğimiz imanın bize bir zararı olmaz değil mi?»

Adam sustu. Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) devam etti: «Şayet gerçek bizim söy­lediğimiz gibiyse -ki öyledir- siz helak olursunuz, biz de kurtuluruz.»

Adam şunları söyledi: Allah sana rahmet etsin. Bana Allah'ın nasıl ve nerede olduğunu anlat.

İmam dedi ki: «Yazıklar olsun sana! Gittiğin yol yanlıştır. Nereyi, neresiz, ne­re yapan (mekânı, mekânsız, mekân yapan) O'dur ve nasılı, nasılsız, nasıl yapan O'dur. O, nasıllıkla, neredelikle bilinmez, duyularla kavranmaz ve hiçbir şeyle mu­kayese edilmez.»

Adam dedi ki: Hiçbir duyuyla kavranmadığına göre O, hiçbir şey değil midir?

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Yazıklar olsun sana! Duyularının kavra­maktan aciz oldukları bir zatın Rabliğini inkâr mı ediyorsun? Buna karşılık bizim duyularımız O'nu kavramaktan aciz kaldıklarında kesin olarak O'nun Rabbimiz ol­duğunu ve her hangi bir varlığa benzemediğini anladık.»

Adam dedi ki: O halde bana O'nun ne zamandan beri var olduğunu haber ver.

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Sen bana O'nun ne zamana kadar var ol­madığını haber ver, ben sana ne zamandan beri var olduğunu haber vereyim.»

Adam dedi ki: O'nun varlığına ilişkin kanıtınız nedir?

Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) dedi ki: «Bedenime baktığım zaman, enine ve bo­yuna bir eklemede veya eksiltmede bulunamadığımı, ona yönelen zararları bertaraf edemediğimi ve yararlı şeyleri bedenime çekemediğimi gözlemledim. 

O zaman an­ladım ki, bu yapının bir ustası vardır ve bu ustanın varlığını kabul ettim. Bunun ya­nında bütün gök cisimlerinin O'nun kudretiyle yörüngelerinde döndüklerini, 

bulutla­rın oluşumunu, rüzgârların sevk ve idare edilişini, güneşin, aynı ve yıldızların yörün­gelerinde akıp gidişini ve bundan başka daha nice ilginç, düzenli oluşum ve yapılar gözlemledim. Bütün bunlar akıllara durgunluk veren apaçık kanıtlardır. Düşündüm ki bunların bir planlayıcısı, meydana getiricisi olmalıdır.»

4-(214) ...Muhammed b. İshak şöyle rivayet etmiştir:

Abdullah ed-Deyesanî Hişam b. Hakem'e sordu: Senin Rabbin var mıdır?

- "Evet, var." dedi. 

- "Peki, bu Rabbin kadir midir?" diye sordu.

- "Evet, kadirdir ve karşı konulmaz güce sahiptir."

Dedi ki: Dünyayı küçültmeden ve yumurtayı büyütmeden bütün dünyayı yu­murtanın içine sokabilir mi?

Hişam dedi ki: Bu soruya cevap vermem için bana süre ver.

Dedi ki: "Sana bir yıl süre verdim." Sonra oradan ayrılıp gitti.

Hişam bineğine binerek Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına git­ti, huzuruna girmek için izin istedi, İmam ona izin verdi.

Hişam dedi ki: Ey Resûlullah'ın oğlu, bana Abdullah ed-Deyesanî öyle bir soru sordu ki, bu soruya cevap vermek için Allah'a ve sana dayanmaktan başka çare yok.

Ebu Abdullah dedi ki: «Ne sordu sana?»

Dedi ki: Bana şöyle şöyle sordu.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) dedi ki: «Ey Hişam, kaç duyun var?»

Dedi ki: Beş duyum var.

Buyurdu ki: «Bunlardan hangisi daha küçüktür?» 

Dedi ki: Görme duyusu... 

Dedi ki: «Peki, görme duyusunun çapı ne kadardır?»

Dedi ki: Bir mercimek kadar veya ondan daha küçüktür.

Dedi ki: «Ey Hişam! Ön tarafına ve üst tarafına bak ve ne gördüğünü bana an­lat.»

Dedi ki: Göğü, yeri, evler, saraylar, kara parçaları, dağlar ve nehirler görüyo­rum.

Dedi ki: «Senin gördüğün bunca varlıkları bir mercimeğin veya ondan daha küçük bir şeyin içine girdirmeye güç yetiren Allah, dünyayı küçültmeden ve yumur­tayı da büyütmeden bütün bir dünyayı yumurtanın içine sokabilir.»

Hişam derhal İmam'a sarıldı, ellerini, başını ve ayaklarını öpmeye başladı ve şöyle dedi: Bu kadarı bana yeter ey Resûlullah'ın oğlu!

Sonra evine döndü. Ertesi sabah, ed-Deyesanî yanına geldi ve şöyle dedi:

Ey Hişam! Sana selâm vermek için geldim, cevap almak için değil.

Hişam ona dedi ki: Eğer cevap almak için geldiysen işte cevabın.

ed-Deyesanî onun evinden ayrıldı.

Ebu Abdullah'ın kapısına geldi. İçeri girmek için izin istedi, girmesine izin ve­rildi. Oturur oturmaz dedi ki: Ey Cafer b. Muhammed! Bana mabudumu göster!

Ebu Abdullah ona dedi ki: «Senin adın nedir?»

Adam, ismini söylemeden oradan ayrıldı. ,

Arkadaşları dediler ki: Niçin adını ona söylemedin?

Dedi ki: Eğer adımın, Abdullah olduğunu söyleseydim bana şöyle diyecekti: Senin, kulu olduğun zat kimdir?

Arkadaşları dediler ki: Ona dön ve sana mabudunu göstermesini ve adını sor­mamasını iste.

Adam İmam'ın yanına geri döndü ve dedi ki: Ey Cafer b. Muhammed! Bana mabudumu göster; ama benim adımı sorma! 

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) ona dedi ki: «Otur!» 

O sırada İmam'ın çocuklarından biri, elindeki bir yumurtayla oynuyordu.

Ebu Abdullah (aleyhisselâm) çocuğa dedi ki: «Ey çocuk, yumurtayı bana ver.»

Çocuk yumurtayı verdi. Ebu Abdullah adama döndü: «Ey Deyesanî! Bu sağ­lam bir kaledir. Üzeri kalın bir kabukla örtülmüştür. Bu kalın kabuğun altında da ince bir zar vardır. 

İnce zarın altında altın renginde akışkan bir tabaka ve gümüş ren­ginde sıvı bir tabaka yer alıyor. Ne altın rengindeki akışkan madde gümüş renginde­ki sıvı maddeye karışıyor, ne de gümüş rengindeki madde altın rengindeki akışkan maddeye karışıyor ve bu durumu da değişmeden devam ediyor.

Bununla beraber onun içinden sâlih bir kimse çıkıp da onun sâlih oluşunu haber vermediği gibi boz­guncu biri de içine girip bozuk olduğunu haber vermiyor. Kimse erkek mi, dişi mi olarak yaratıldığını bilmez. Acaba Tavus kuşu gibi rengârenk açılacak mı yoksa onun bir planlayıcısı mı vardır?»

Bu örnek karşısında adam bir süre başını öne eğdi, sonra: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Onun tek ve ortaksız olduğuna tanıklık edi­yorum ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü, senin de Allah tarafından görevlendi­rilen bir imam ve insanlara sunulan "hüccet / kanıt" olduğuna tanıklık ediyorum. Da­ha önce sahip olduğum düşünceden dolayı tevbe ediyorum."

5-(215) ...Hişam b. Hakem Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gelen zındıkla ilgili hadisin kapsamında İmam'ın şöyle konuştuğunu rivayet eder:

«Senin sözlerinden onların iki tane olduklarını düşündüğüne ilişkin bir anlam seziliyor. Sanıyorsun ki, onlar ya güçlü ve kadimdirler yahut zayıftırlar ya da biri güçlü biri de zayıftır.

Şayet güçlü iseler niçin biri diğerini bertaraf etmiyor ve tek başına egemenli­ğini kurmuyor? Şayet birinin güçlü diğerinin de zayıf olduğunu ileri sürüyorsan bu, Onun bizim de söylediğimiz gibi "bir" olduğunu kanıtlar. Çünkü ikincisinin acizliği açıktır.

Eğer desen ki: Onlar ikidirler. O zaman bunların her açıdan ittifak etmeleri veya her açıdan ayrılmaları zorunlu olur. Buna karşılık biz varlıkların belli bir düzen içinde olduklarını,

gök cisimlerinin belli bir yörüngede akıp gittiklerini ve bütün var­lıklara bir tek planlamanın egemen olduğunu, gözlemlediğimiz geceyi, gündüzü, gü­neşi ve ayı belli bir sistem dâhilinde gerçekleşen fenomenler olduklarını gördüğü­müz için bunun emrin ve planlamanın sahihliğinin kanıtı olarak algıladık. Emir ve planlamanın uyumunu anladık. Buradan hareketle planlayıcının, idarecinin bir tek olduğunu kavradık.

Kaldı ki, onların iki tane olduklarını iddia etmen durumunda aralarında bir açıklığın bulunduğunu da söylemen gerekir. Yoksa iki tane olamazlar. Bu durumda aralarındaki açıklık da onlarla birlikte kadim bir üçüncü olarak belirginleşir ve zo­runlu olarak ilâhların sayısının üç olduğunu kabul etmek durumunda kalırsın. Üç ta­ne olduklarını iddia ettiğin zaman da tıpkı iki iken söylediğin gibi aralarında bir açıklık olduğunu söylemen gerekir, böylece kadîm ilâhların sayısı senin açından be­şe çıkar. Sonra bu sayı sonsuza kadar uzanır gider.»

Hişam der ki: Zındık bu noktada ancak şu soruyu sorabildi: Yaptığın açıkla­malardan Onun bir tek ilâh olduğu anlaşılıyor. O halde Onun varlığının kanıtı nedir?

Ebu Abdullah dedi ki: «Fiillerin varlığı, kendilerini gerçekleştiren failin varlı­ğına delalet eder. Sağlam ve muhkem bina edilmiş bir yapıya baktığın zaman yapanı görmemiş, bizzat tanık olmamış olsan bile bunu bir ustanın yaptığım bilmez misin?»

Dedi ki: Peki, nedir O?

Buyurdu ki: «Her şeyden farklı bir şeydir. Sen benim bu sözümü, anlamın isbatı şeklinde algıla. O, "şey"liğin gerçek anlamıyla bir "şey"dir; ancak cisim ve su­ret değildir. Gözle görülmez, elle tutulmaz, beş duyu organıyla algılanmaz. Zihinler O'nu kavrayamaz, zamanın geçmesiyle yıpranıp eksilmez, akıp giden zamanlar O'nu değiştirmez.»

6-(216) ...Ebu Said ez-Zuhrî, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şunları dinlemiş: 

«Yüce Rabbin boyun eğdirdiği yaratılmışlar, Rabbin karşı durulmaz egemen­liği, Rabbin apaçık ululuğu, Rabbin göz kamaştırıcı nuru, Rabbin doğru kanıtı, kul­ların dillerinden dökülen gerçekler, peygamberler aracılığıyla gönderilen mesajlar ve kullara indirilen rahmet, akıl sahipleri için Rabbin varlığını, birliğini kanıtlamak açı­sından yeterlidir.»