[1]- Bedevi: Çölde yaşayan ve şeriatın hükümlerini öğrenmek için çaba sarf etmeyen Arap köylüsü.
[2]- Bil ki ayat-ı muhkeme; akli ilimler, hak inançlar ve ilâhî öğretilerden ibarettir... Nişane anlamına gelen ayet kelimesi aklî ve itikadî ilimlerle mütenasiptir. Zira o ilimler zat,
esma (isimler), sıfat ve diğer öğretilerin nişaneleridir... Kur'an'da Allah'ın varlığı, esma, sıfat ve zat-ı mukaddesin vücudu veya kıyametin keyfiyetleri, gayb âlemi ve berzah hususunda ikame
edilen delillerden sonra "Bu akıl sahipleri ve düşünenler için bir ayettir." buyrulmaktadır... Ama furu-i şeriyyeden bir fer veya usulî ahlakiyyeden bir asıl'dan sonra "bu bir ayettir" denilirse
bu bir nevi saflık olur. Bu konu açıktır...
Muhkem diye nitelenmesi gerçek ilim kalbde icad ettiği nuraniyet sebebiyle kesin bilgi oluşturur ve şüpheleri yok eder. "Kırk gün Allah için ihlâslı olanın kalbinden diline hikmet
çeşmeleri akar."
Fariza-i adile ise: Kalb terbiyesi ve perhizi ile kalbi amellere bağlı ilimler... Farz kelimesi adalet kelimesi ile nitelenmiştir... İfrat ve tefritten sakınmak itikad yoluna koyulmaktır.
Cömertlik, israf ve cimrilik rezaletinin arasında orta yoldur... Aklın herhangi bir yolla idrak edebildiği şeyden ibarettir.
Sünnet-i kaime ise zahiri ilimler... Taabudi ilimler (kulluk, tapınma) ve seri edebler... Sünnet diye tabir edilmiştir ve akıllar tür itibariyle bunları idrak etmekten acizdir... Sünnet
yolu ile derk (anlama) ve ispat edilebilir. Kaime diye tavsif edilmesi seri vaciplerle mütenasiptir ki, ikame; diğer namaz, zekât vb. Seri farzlarda da kullanılmaktadır. Yine de doğrusunu ancak
Allah bilir. [Kırk Hadis Şerhi, 2/57-65]
[3]- Hadis: Zayıf. [Allâme Meclisî, Mir'at'ul-Ukul, c.l, s.103, Daru'l-Kutubi'l-İslâmiyye, Tahran.] Hadis-i şerif, açık bir şekilde ruhanî verasete delalet etmektedir. [Kırk Hadis Şerhi,
c.2, s.93] "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek
çoğundan (fark etmez; onlar için) belli bir hisse vardır." (Nisa, 7) ayetiyle genel kuralı ortaya koyuyor. Buna göre hüküm mutlaktır. Hiçbir durumla, sıfatla veya başka bir şeyle asla kayıtlı
değildir. Tıpkı bunun gibi hükmün konusu olan erkekler kelimesi de geneldir, hiçbir bitişik kelime ile sınırlandırılmış değildir. Buna göre küçükler de büyükler gibi pay
sahibidirler.
Yüce Allah arkasından "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır." buyuruyor. Bu ifade de bir önceki cümle gibi geneldir, hiçbir sınırlama gölgesi
taşımaz. Buna göre hiçbir sınırlama ve kayıtlama olmaksızın bütün kadınları içerir.
"Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından..." ifadesinde zamir kullanılabileceği hâlde böyle yapılmayıp açık ifade tarzının seçilmesi, sarih ifadenin ve belirginleştirmenin hakkını
tam olarak vermek içindir. Sonra "Gerek azından, gerek çoğundan (fark etmez)." denmekle hem açıklık amacı pekiştiriliyor, hem de miras payında azlık ve küçüklük yüzünden göz yummaya yer
verilmemesi gerektiği vurgulanıyor. Sonunda "nasîben mef'rûzen=onlar için belli bir hisse vardır." deniliyor. Bu, önceki "nasîb" kelimesinden hâldir, nasib pay anlamına gelse bile, onda mastar
anlamı yatıyor. Bu ifade vurgulamayı pekiştirme ve belirginleştirmeyi artırma amacı taşır. Maksat miras paylarının kesin ve belirli olduklarını, karışıklığı ve belirsizliği kabul etmediklerini
belirtmektir. Bu ayet miras hükmünün, Peygamberimizin mirasını da içerecek şekilde genel olduğuna delil gösterilmiştir. [el-Mîzan, 4/286-287]
[4]- "Nefsime bir bağış gibi geliyor." ifadesiyle demek istiyor ki: Yüce Allah âlimlerin canlarının alınmasını kendine nispet etmiştir, başkasına değil. Dolayısıyla Allah'ın elinden olunca
veya Ona nispet edilince ölüm veya öldürülme insana daha sempatik geliyor. [el-Mîzan, (Ra'd, 41) Tefsir]
[5]- Muhkem ve Müteşabih:
"Sana kitabı indiren O'dur...." (Al-i İmran, 7) Yüce Allah burada, peyderpey indirmeyi ifade eden "tenzil" kelimesi yerine, bir kerede indirmeyi ifade eden "inzal" kelimesini kullanmıştır.
Çünkü bu anlatımdan maksat, indirilen kitabın tümünün bazı genel niteliklerinin ve özelliklerinin açıklanmasıdır. Bu nitelik, Allah tarafından indirilen kitabın bir kısmı muhkem ve bir kısmı da
yine muhkem ayetlere dayanarak açıklanabilen müteşabih ayetler içermesidir. Kitap bu açıdan bir bütün olarak ele alınmıştır. Farklı ve çok parçalan olduğuna bakılmamıştır. Dolayısıyla tenzil
yerine inzal kelimesinin kullanılmış olması daha uygun düşmüştür.
"Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir." (Al-i İmran, 7) "H.k.m" maddesinin temeli, bir şeyin kendisim ifsad eden, bölen ya da bozan
şeyleri engelleyici bir durumda olmasını ifade eder. "İhkam ve tahkim" (sağlamlaştırma), karar verme ve yargı anlamına gelen "hüküm," tam bilgi, kesin ve yararlı ilim demek olan "hikmet" ve atın
dizgini anlamında kullanılan "hikmet" kelimeleri buradan gelir. Görüldüğü gibi bu kökten türeyen kelimelerin tamamında önleyicilik ve sağlamlık anlamı esas alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu
kök, yapıcılık ve ıslahatçılık anlamı ile beraber engelleme anlamına delalet eder.
Burada, muhkem ayetlerin sağlamlaştırılmış olmasından kastedilen anlam, onların içerdikleri anlamda, müteşabih ayetlerde olduğu gibi, bir benzeşmenin bulunmayışıdır. Gerçi yüce Allah bir
yerde kitabını ayetleri sağlamlaştırılmış bir kitap olarak nitelendiriliyor: "Bu, ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer birer
açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Fakat bu ayette, muhkem kılınmışlıktan sonra, birer birer açıklanmaktan söz ediliyor ki, bu muhkem kılınmışlıkla, kitabın indirilmeden önceki bir durumunun
kastedildiğini gösterir. Kitabın bir bütün olarak, bölünmemiş ve ayetler şeklinde indirilmemiş hali yani. Bununla kitabın bölünmeden önceki sağlamlığı kastedilmiştir. Dolayısıyla sözü edilen
sağlamlık, kitabın genelinin bir niteliği olarak sunuluyor. Ancak burada, bazı ayetlerinin, diğer bazısından farklı olarak muhkem ve sağlam kılınmış olması, yani anlamında benzeşme unsurunun
bulunmaması durumu kastedilmiştir.
Diğer bir ifadeyle: "Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar. Diğerleri ise müteşabihtir." ayeti, kitabın ayetlerinin muhkem ve müteşabih diye iki kısma ayrıldığı
şeklinde bir anlam içerdiği için, bundan hareketle, bu muhkemlikle kitabın tamamı için geçerli olan ve "Bu ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." ayetinde vurgulanan muhkemlikten farklı bir
muhkemliğin kastedildiğini anlamış olduk. Yine tefsirini sunduğumuz bu ayette sözü edilen müteşabihlik: "Müteşabih, ikişerli bir kitap..." (Zümer, 23) ayetinde olduğu gibi kitabın geneli için
geçerli olan bir nitelik olarak sunulan müteşabihlikten farklı bir duruma işaret etmektedir.
Muhkem ayetler kitabın anası olarak nitelendirilmiş. Ümm=ana kelimesi, anlamının aslı itibariyle bir şeyin döndüğü yer ve şeyi ifade eder. Bu ayetlerin bu şekilde nitelendirilmiş olması,
sırf müteşabih ayetlerin bunlara döndüklerinden dolayıdır. Şu halde kitabın bir kısmı, yâni müteşabih ayetler, diğer bir kısmına, yani muhkem ayetlere döner. Buradan anlıyoruz ki: "Ümm-ül
kitap=kitabın anası" cümlesindeki izafe ve tamamlama, "ümm-ül atfal=çocukların anası" cümlesinde olduğu gibi "lam" anlamını ifade etmez. Tam tersine, burada ("min" edatını ifade eden) bizim:
"Nisâ-ül kavm=kavmin kadınları" ve "küdema-ül fükahâ=fıkıhçıların ileri gelenleri" dememiz gibi bir durum söz konusudur. Buna göre, kitap bazı ayetler içermektedir ki, bu ayetler diğer
bazısının anası konumundadır. Ana kelimesinin çoğul değil de tekil olarak kullanılmış olması, muhkem ayetlerin birbirlerinden farklı olmadıklarını, birbirleriyle uyumlu ve kaynaşmış olduklarım
gösterir.
"Kitabın anası..." ifadesinin işaret ettiği analık kavramının ifade ettiği anlam, fazladan bir özeni kapsamaktadır. Bu da ana kavramının anlamı olarak sunulan "temel" kavramından daha özel
bir anlam içermektedir. Çünkü 'ana' kelimesinde, özel bir şekilde, dönüşe vurgu yapılmaktadır. Türeyiş ve üreme anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu
ifadeden müteşabihlerin muhkemlere dönüp dayanan, onlardan bir dal gibi uzanan anlamlar, medlullar içerdiği mesajı verilmektedir. Bu da muhkemlerin müteşabihleri açıklayıcı oldukları sonucunu
getirmektedir.
Ayet-i kerimede muhkem ifadesine karşılık olarak "Diğerleri ise müteşabihtir." ifadesi kullanılmıştır. Teşabüh, yâni benzeşme, birbirinden farklı olan şeylerin bazı nitelik ve keyfiyette
birleşmeleri demektir. Yüce Allah bir yerde bütün kitabını bu şekilde nitelendirmiştir: "Allah, müteşabih ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek
korkanların ondan derileri ürperir." (Zümer, 23) Burada, kesinlikle kitabın ayetlerinin ifade tarzının güzelliği ve üslubunun sağlamlığı, gerçekleri ve hikmetleri açıklayıcılığı, apaçık hakka
yönelten özellikte olması itibarıyla tam bir uyum göstermeleri ve benzerlik arz etmeleri kastediliyor. Ayette yer alan bazı ifade kayıtları da buna delalet eder. Şu halde ayette geçen
müteşabihlik bütün kitap için geçerli olan bir niteliktir.
Öte yandan, müteşabihler, maksatlarındaki benzeşme ve belirsizlik durumundan dolayı müteşabih olarak nitelendirilmişlerdir, tevillerinin bulunmasından dolayı değil. Çünkü tevil olgusu, hem
muhkem, hem de müteşabih için geçerlidir. Bilindiği gibi, Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder. Dolayısıyla müteşabihlerin de bazı ayetler tarafından tefsir edilmeleri gerekir. Bu da
muhkem ayetlerdir...
Ama (Al-i İmran, 7) ayet[indeki] müteşabihliğe gelince, bunun karşısında "Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar." ifadesi kullanılmıştır. Yanı sıra kalplerinde
eğrilik bulunanların fitne çıkarmak ve tevile gitmek için onlara uyduklarına işaret ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, müteşabih ifadesi ile bir ayetin sadece duyulması ile dinleyici
tarafından anlaşılmaması durumu kastedilmiştir. Dinleyici, bir o anlam bir bu anlam arasında gidip geliyor, ta ki kitabın muhkem olan kısımlarına başvurana kadar. Bununla o ayetlerin anlamı
belirginlik kazanır, açıklığa kavuşur. Böylece müteşabih olan bir ayet, muhkem olan bir diğer ayetin aracılığıyla muhkemleşir. Muhkem ayetse, kendiliğinden muhkemdir. Örneğin: "Rahman arşa
istiva etti." (Tâhâ, 5) ayetini bir insan ilk defa duyduğunda, anlamını tam olarak kavrayamaz, bazı şeylerle karıştırır. Fakat: "Hiç bir şey O'nun benzeri değildir." (Şura, 11) ayetine
başvurduğunda önceki ayetin anlamı, zihninde belirginlik kazanır, anlamı oturur. Bunun, Allah için muhal olan cisim olmanın bir gereği olarak bir mekâna yerleşmeksizin ve bir yere dayanmaksızın
mülke egemen olma ve bütün varlıkları kuşatma anlamında kullanıldığını kavrar.
Aynı durum "Rabbine bakar" (Kıyamet, 23) ayeti için de geçerlidir. Ancak: "Gözler O'nu görmez, ama O gözleri görür." (En'âm, 103) gibi bir ayete müracaat edildiğinde, bu bakma ile maddi
anlamda bir bakmanın kastedilmediği anlaşılır. Aynı şekilde, mensuh bir ayetle nasih bir ayet karşılaştırıldığı zaman, mensuh ayetten nasih ayetle sınırlı olan bir hükmün kastedildiğini
görürsün.
Muhkem ve müteşabih kavramıyla ifade edilen ve şu ayetin genelinden algılanan basit anlam budur: "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın
anasıdırlar. Diğerleri ise müteşabihtir." Çünkü Kur'an'ın bütününün müteşabih olduğu varsayılsa bile, bu ayet muhkemdir. Eğer bu ayet de müteşabih ise, bu durumda Kur'an'ın bütün ayetleri
müteşabih hükmüne girer. "Ondan, bir kısım ayetler..." şeklinde başlayan taksim geçersiz olur ve "Onlar kitabın anasıdır." ifadesinin ortaya koyduğu sorunu halletme yersiz olur. "Bilen bir kavim
için, ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır; bir müjdeci ve uyarıcı olarak -gönderilmiştir- ..." (Fussilet, 3-4) ayetindeki açıklama doğrulanmamış olur. "Onlar hala Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisa, 82) ayetindeki kanıt yerini bulmamış olacaktı. Bunun gibi,
Kur'an'ın nur, hidayet, açıklama, beyan, açık ve zikir olduğunu vurgulayan birçok ayet, amacına ulaşmamış olacaktı.
Kaldı ki, Kur'an'ı baştan sona kadar inceleyenler, onda nesnel bir karşılığı olup da anlamını ifade etmeyen ve maksadını ortaya koymayan bir ayetin olmadığından kuşku duymazlar. Tam
tersine, nesnel bir karşılığı (madlulu) olmayan herhangi bir ayetten söz edilemez. Bu ya, ifadelerin mahiyetini bilen herkesin algılayacağı tek bir karşılık ve anlamdır ya da birbirine karışmış
bir kaç karşılıktır. Birbirine karışmış olan bu karşılıkların da ayetin gerçek maksadını içermeleri bir zorunluluktur. Aksi takdirde bilindiği gibi bütün anlam bozulur, bir şeye delalet etme
özelliği ortadan kalkar. Ayetin maksadının gerçek karşılığı olan bu tek anlam ve karşılık zorunlu olarak, yaratıcının varlığı, tekliği, peygamberlerin gönderilişi, hükümlerin konulusu ve ahiret
hayatı gibi Kur'an'da kesin bir dille vurgulanan temel prensiplere yabancı olamaz. Bilakis, bunlara uygun olur. Çünkü böyle bir anlam taşımasını gerektiren, onu ortaya çıkaran ve muhtemel olan
değişik anlamlar arasında gerçek maksadın belirginleştirmesini sağlayan bu temel prensiplerdir. Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmının açıklayıcısı, bir kısmı, diğer bir kısmının temel
dayanağı konumundadır.
Bir kimse bu açıklamalardan sonra, Kur'an'ı incelerken: "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise, müteşabihtir." ifadesine rastlarsa, muhkem ile
Kur'an'ın kesin olarak ortaya koyduğu temel prensipleri içeren, mütesabih ile de anlamı, bu temel prensiplere göre belirginlik kazanan, netleşen ayetlerin kastedildiğinden kuşku
duymaz.
Eğer desen ki: Derinliklere kök salmış temellerin ve ondan ayrılan dalların bulunduğu bir yerde dalların köklere dönük olması kuşku duyulmayan bir gerçektir. Bu hem Kur'an için, hem de
başka şeyler için geçerli olan bir husustur. Ancak bu durum benzeşmeyi (teşabühü) gerektirmiyor. Şu halde, böyle bir kullanımın amacı nedir?
Ben derim ki: Burada iki amaçtan biri söz konusudur. Çünkü Kur'an'ın sunduğu bilgiler iki kısma ayrılır: Bunların bir kısmı yüce bilgilerdir ki maddi duyuların ötesindedirler. Sıradan
anlayışlar, onlarla karşılaştıklarında, maddi cismani hükümle maddi cismani olmayan hüküm arasında gidip gelirler. Şu ifadelerde olduğu gibi: "Çünkü senin Rabbin gerçekten gözetleme yerindedir."
(Fecir, 14) "Rabbin geldiği zaman..." (Fecir, 22) Bu ayetler okunduğunda, somut hükümleri algılamaya alışmış olan zihin, derhal cisimlere özgü nitelik ve özellikleri içeren anlamları algılar ve
düşünür. Ancak bu durum, konuya ilişkin olarak, maddilik ve cismanilik hükmünü ortadan kaldıran temel prensiplere başvurulduğu anda ortadan kalkar. Bu değerlendirme, fizik ötesi, duyulardan
aşkın tüm bilgiler ve araştırmalar için geçerli olan bir ilkedir. Sırf Kur'an-ı Kerim'e özgü bir durum değildir. Yüce bilgiler içeren tahrif edilmemiş semavî kitaplar için de bu durum
geçerlidir. Yine felsefenin ilahiyata ilişkin araştırmalarında da bu durum bulunur. Kur'an-ı Kerim değişik bir üslupla bu gerçeğe işaret etmiştir: "Allah, göklerden bir su indirdi de dereler
kendi miktarınca o su ile çağlayıp aktı." (Râ'd, 17) "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir,
hikmet sahibidir." (Zuhruf; 3-4)
Bir kısmı da sosyal yasalara ve ayrıntı nitelikli hükümlere ilişkindir. Kur'an'ın içerdiği bilgilerin bu kısmı, yasamayı gerektirici maslahatın değişmesine paralel olarak nasih ve mensuh
gibi olguları kapsamına alması bir taraftan, Kur'an'ın bölüm bölüm inmesi de diğer bir taraftan, ayetlerinde teşabüh ve benzeşmenin olmasını gerektirmiştir. Müteşabih olan ayetler, muhkem
olanlara, mensuh olan ayetler de nasih olanlara döndürülmek suretiyle, teşabüh ve benzeşme durumu ortadan kalkar.
"Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar." Ayetin orijinalinde bulunan "zeyğ" kelimesi, doğrudan sapma demektir. Bu, kalbin
huzursuzluğunun ve sıkıntılar içinde olmasının zorunlu bir sonucudur. Ayetin sonundaki, karşıt tavrı izah eden ifadede buna ilişkin bir ipucu vardır: "İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık,
tümü rabbimizin katındandır." Çünkü ayet, insanların muhkem ve müteşabih ayetleriyle Kur'an karşısındaki tavırlarını tasvir etmektedir. Buna göre, bazı insanların kalplerinde eğrilik vardır.
Bunlar haktan sapma eğilimine sahip kalpleri huzursuz olan kimselerdir. Dolayısıyla fitne çıkarmak ve olmadık tevillere malzeme bulmak için müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Bir kısım
insanlar ise, ilimde derinleşmişlerdir. Kalpleri durulmuş, istikrara kavuşmuştur. Tutum ve davranışlarına muhkem ayetlerin içerdiği ilkeleri esas alır, müteşabih ayetlere de inanırlar. Bu
arada, yüce Allah'tan, kendilerini hidayete erdirdikten sonra kalplerini kaydırmamasını dilerler.
Buradan anlıyoruz ki: Müteşabih ayetlerin peşine düşmek ifadesiyle, ameli bir izleme kastedilmiştir, onlara iman etme değil. Dolayısıyla, müteşabih ayetlere uymaya yöneltilen yergi ve
eleştiri, onları muhkem ayetlere döndürmeden izlemeye yöneliktir. Aksi tekdirde, bu durumda müteşabih ayetler değil gerçekte, muhkem ayetler izlenilmiş olur ve muhkem ayetlere yönelme eleştiriye
tabi tutulmaz. Fitne çıkarmaktan maksat, insanları saptırma amacını gütmektir. Çünkü fitne kavramı anlam itibarıyla saptırma kavramıyla yakındır. Dolayısıyla bu ayette yüce Allah bize şu mesajı
veriyor: Kalplerinde sapma eğilimi bulunan insanlar, müteşabih ayetlerin peşine düşmekle, insanları Allah'ın ayetlerinden saptırmayı amaçlıyorlar. Bundan daha da önemlisi, Kur'an'ın tevilini ele
geçirmek ve o konuda bilgi edinmek, helal ve haram hükümlerinin kaynağını bilmek ve böylece dinin muhkem ve apaçık emirlerine tabi olmanın gereksizliğini vurgulayarak bir adım ötede Allah'ın
dininin bütünüyle ortadan kaldırılmasını sağlamayı amaçlıyorlar.
Aslında ayetten yola çıkarak müteşabih kavramını şöyle anlamamız gerekmektedir: Bir ayetin ayet olmasını koruyarak, yani bir anlam taşımanın yanı sıra, şüpheli ve değişken bir anlama
delalet etmesi demektir. Ancak şüpheli ve değişken anlam, genel ve mutlak nitelikli bir ifadenin özel ve kayıtlı bir ifadeye döndürülerek veya benzeri bir işlem yapılarak anlamının
belirginleştirilmesi gibi dil ehlinin geleneksel yöntemleri açısından çözüme kavuşturulabilen lafızla ilintili olgulardan kaynaklanmamaktadır. Müteşabihlik durumu, anlamının içinde kuşku
bulunmayan ve müteşabih ayetlerin anlamlarının belirginleşmesine yardımcı olan "muhkem bir ayetin anlamı ile bağdaşmamaktan kaynaklanır."
Bilindiği gibi, herhangi bir ayetin bu niteliğe sahip olması, ancak uyulması istenen anlamın, insanların genelinin zihinleri açısından alışılmış olması, yalın zihinlerin zorlanmadan tasdik
edebileceği özellikte olması ya da ayetin kastedilen tevilinin, kavrama gücü zayıf, akletme yeteneği yetersiz bu tür zihinler tarafından çabuk kabul edilebilir özellikte olması ile
mümkündür.
Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonra, gerek çeşitli bilgiler ve gerekse pratik hayatın hükümleri bağlamında, İslam'ın öngördüğü dosdoğru yoldan sapan bidat ve heva ehlini, yıkıcı
mezhepleri ve sapkın grupları incelediğimiz zaman, birçok dayanaklarının müteşabihlere uymak, ayetleri yüce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir şekilde tevil etmek olduğunu görürüz. Bir bakıyorsun,
bir mezhep, yüce Allah'a cisim isnat etmek bağlamında, bir takım ayetleri kendi sapkın düşüncesine dayanak yapmış. Bir diğeri, yine Kur'an'dan bazı ayetleri ileri sürerek cebri, yüce Allah'ın
insanları fiilleri işleme noktasında zorlaması düşüncesini savunmuş, bir başkası salt tenzih (Allah'ı noksanlıklardan uzak sayma) adına sıfatlan inkâr etmiş, başka bir grup Allah'ın sıfatlarının
aynı insanların sıfatları gibi olduğuna ve sıfatların zattan ayrılığı adına Kur'an'dan ayetler ileri sürmüş v.s. Bütün bunların ortak özellikleri, hâkimlik işlevini görecek muhkem ayetlere
döndürmeksizin müteşabih ayetleri esas almaktır.
Bir grup diyor ki: Dini hükümler, insanların Allah'a ulaşmaları için konulmuştur. Şayet insanı bu amaca ulaştıracak daha kestirme bir yol varsa, bu yolu izleyenler açısından kesinlik
kazanan bir yol olur. Çünkü amaç, mümkün olan herhangi bir yolla Allah'a ulaşmaktır. Bir başkası çıkıp şunları ileri sürüyor: Dini yükümlülükler, insanın kemal düzeyine ulaşması için
konulmuşlardır. Maksada erişmek suretiyle kemal düzeyine ulaşıldıktan sonra, yükümlülüklerin anlamı kalmaz. Kamil insan için teklif (dini yükümlülükler) gereksizdir.
Oysa Resûlullah'ın (s.a.a) zamanında, İslam'ın öngördüğü bütün hükümler, bütün hadler ve dinsel siyasetler egemendi ve uygulanmaktaydı. Hiç kimse bunlara aykırı bir hareket yapamazdı.
İstisnasız herkes bu hükümlerin ve ilkelerin gereğini yapmak durumundaydı. Ne olduysa, Peygamberimizin vefatından sonra oldu. İslami hükümetler eliyle her gün bir hüküm yürürlükten kaldırıldı.
Gün be gün İslam'ın pratik hayata ilişkin hükümleri adeta yontuluyordu. Yürürlükten kaldırılan hiç bir hüküm, uygulanmayan hiç bir had yoktur ki, bunları yürürlükten kaldıranlar, bunları
uygulamayanlar şöyle bir mazeret ileri sürmüş olmasınlar: Din, ancak dünyanın ıslahı ve insanların çıkarı için gönderilmiştir. Dolayısıyla, dinin karşısında bizim öngördüğümüz hüküm veya tavır,
bugün için insanların çıkarma daha uygundur. Gide gide bu tür iddialar ve uygulamalar şunu deme noktasına gelip dayandı: "Dinin tek amacı, dünyanın ıslahıdır. Din aracılığıyla dünyanın imar
edilmesidir. Bugünkü dünya konjonktürü, dinsel politikaları sindirecek durumda değildir. Tam tersine, bugün için çağdaş uygarlığın onayladığı kanunlar yapıp uygulamak gerekir." Daha ileri
gidilerek yine şunu da söylediler: "Dini uygulamalar, dinin öngördüğü amelleri yapmak, kalbin arındırılması, onun yapıcı bir düşünceye ve iradeye yöneltilmesi içindir. Toplumsal eğitimden
geçmiş, halka hizmet düşüncesi ile gelişmiş nefislerin abdest, gusül, namaz ve oruç gibi dinsel arındırma yöntemlerine ihtiyacı yoktur."
Sayıları sayılmayacak kadar çok olan bu ve benzeri düşünceler üzerinde düşündüğün ve bir de: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar." ayetini göz önünde bulundurduğun zaman, yukarıda yaptığımız değerlendirmenin doğruluğundan kuşku duymadığın gibi, İslam'ı ve Müslümanları can evinden vuran onca fitne ve mihnetin ancak
müteşabihlere uymak ve Kur'an'ı tevil etmekle mümkün olabildiğine karar verirsin.
Kur'an-ı Kerim'in -doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir- bu konuda üzerinde ısrarla durmasının ve müteşabihlere uymayı, fitne çıkarmayı amaçlamayı, tevile sapmayı, bazı ayetleri
inkâr etmeye gitmeyi ve Allah'ın ayetlerini yorumlarken haddi aşmayı, onlar hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmayı ve şeytanın adımlarına uymayı sıkı sıkıya yasaklamasının nedeni bu olsa
gerektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in mesajını asıl yönünden saptıracak, temellerinden birini yıkarak dinin bünyesinin yok olmasına neden olacak hususlarda diğer konulardan farklı bir şekilde sert
tepki göstermesi, onun ifade tarzının bir özelliğidir. Kâfirleri dost edinmeyi yasaklarken, akrabaları (Peygamberin Ehl-i Beyti'ni) sevmeyi emrederken, Peygamberimizin hanımlarının evlerinde
oturmaları hakkında bazı açıklamalara yer verirken, faizle muamele etmeyi yasaklarken ve din üzerinde tek söz halinde olunmasının gereğini ve benzeri şeyleri vurgularken hep bu şiddetli tavrını,
bu sert söylemini seçmiştir.
Dünyaya bağlanmaktan, dünyevi değerlere yapışıp kalmaktan ve hevese uymaktan kaynaklanan kalplerdeki kayma eğilimi ve fitne çıkarma arzusu, ancak kıyamet gününün hatırlatılması ile
giderilebilir ve ortadan kaldırılabilir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İstek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan
sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır." (Sâd, 26) Bu yüzden Kur'an'ı Rablerinin hoşnut olmayacağı şekilde tevil etmekten kaçınan ilimde derinleşenlerin
sözlerinin sonunda buna işaret ettiklerini görüyoruz: "Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah vaadinden dönmez." [el-Mîzan, c.3,
s.31-67]
İmam Rıza (a.s) buyurur ki: «Her kim Kur'an'ın müteşabihini muhkemine döndürürse doğru yola hidayet olmuştur.» (Bihâr, 89/377) «Bizden aktarılan haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer
müteşabih ifadeler vardır... Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır. Müteşabih olanları muhkem olan sözlerimize döndürerek anlayın. Bizim sözlerimiz arasında müteşabih olan ifadelere
uymayın ki sapıtırsınız.» (Uyûn-u Ahbar-ir Rıza, 1/290, h: 39] el-Uyûn'da yer alan rivayette, işaret edilen: "Bizden aktarılan haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer müteşabih ifadeler vardır.
Tıpkı Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır." Sözüne gelince, Ehl-i Beyt İmamlarından bu anlamı destekleyen müstafiz [çok kanallı] birçok rivayet aktarılmıştır. Aklî değerlendirme de
bunu desteklemektedir. Çünkü hadisler, ancak Kur'an'ın içerdiği şeyleri içerirler. Onlar, yalnızca Kur'an'ın işaret ettiği şeyleri açıklarlar. Müteşabihlik, sözün işaret ettiği anlamın
niteliğidir. Bununla da anlamın hem kastedilene, hem de başka bir şeye uyarlanabilir olması kastedilir. Yoksa müteşabihlik, lafzın bir anlama işaret etmek bağlamında niteliği değildir. Garip
[az kullanıldığından dolayı anlamı gizlilik kazanan] ya da mücmel [birkaç anlam taşıdığından dolayı kastedilen anlamın belirlenmesi ve anlam bağlamında birkaç ihtimalin söz konusu olduğu] bir
lafızda olduğu gibi. Lafız ve anlamın her ikisini kapsayan bir nitelik de değildir.
Diğer bir ifadeyle: Hiç kuşkusuz, Kur'an ayetleri içinde bazıları için benzeşmelik (müteşabihlik) durumunun ortaya çıkmış olması, yalnızca onların açıklamalarının, ilâhî, hak esaslı
bilgiler açısından birer örnek konumunda olması ile ilintili bir durumdur. Bu husus ise, bizzat nakledilen rivayetler için de söz konusudur. Dolayısıyla onlarda da Kur'an'dakine benzer muhkemlik
ve müteşabihlik durumu vardır. Nitekim Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Biz, peygamberler topluluğu, insanlarla akıllarının kapasitesine göre konuşuruz." (Usul-u Kâfi,
Akıl ve Cehalet Kitabı, c. 1, h: 15)
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın babasından (her ikisine selam olsun) şöyle rivayet ettiği belirtilir: Emir'ül Mü'minin... İnsanlara hutbe okurken soru sorana yönelik şöyle
seslendi:
"Ey Allah'ın kulu; bil ki: Şüphesiz ilimde derinleşenler, Yüce Allah'ın, gayb perdelerinin gerisindeki meselelere girmekten müstağni kıldığı kimselerdir. Onlar, örtülü gayb kapsamına girip
tefsirini bilmedikleri hususları topluca kabul etmişlerdir, onlara inandıklarım vurgulamışlardır." [c. 1, s. 163, h:5]
Hz. Ali'nin sözleri arasında geçen "gayb perdelerinin gerisindeki meseleler"den maksat, müteşabih ifadelerle kastedilen, ama halkın genelinin anlayışına açık olmayan anlamlardır. Bu yüzden
Ali (a.s), maksadım ikinci bir cümle ile açıklama gereğini duymuştur: "Tefsirini bilmedikleri hususları topluca kabul etmişler." dikkat edilirse İmam, "tevilini bilmedikleri hususları" demiyor.
Bu inceliğe dikkat ediniz. [el-Mîzan, c.3, s. 107-108]
[6]- [el-Mizan, c.4, s.360]
[7]- Tefsir-ul Ayyâşî'de yer aldığına göre Ebu Amr Zubeyrî, İmam Sadık'ın (a.s): «"Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe ancak, bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir." buyurduğu
sözünden şunu kastetmiştir: Kul, her günah işlediğinde eğer yaptığı günahı bilse bile cahildir. Çünkü kendini Rabbine isyan etme tehlikesine atmıştır. Yüce Allah, Yusuf’ un (a.s) kardeşlerine
söylediği sözleri naklederek "Cahillik döneminizde Yusuf a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz?" (Yusuf, 89) buyurarak Yusuf’un kardeşlerine cahillik damgası vuruyor. Çünkü onlar
kendilerini Allah'a isyan etme tehlikesine atmışlardı.» (c.l, s.228, h: 62) "Bilgisizlikle" kaydının açıklama amaçlı bir kayıt olduğunu, daha önce belirttiğimiz iki tefsirden birine göre her
günahta cehalet olduğunu bildirmektir. [el-Mizan, c.4, s.361-362] (bk. Usul-u Kâfi, c.2, Tevbe Babı s.700, h: 2955'in dip notu)
[8]- Bundan önceki bölümlerin içeriklerine uygun içerikleri bulunan çeşitli hadislerdir bunlar. Fakat söz konusu bölümlere dâhil etmek mümkün olamadığı gibi, ayrı bir bölüm halinde sunmak
da mümkün olamamıştır; çünkü her birinin, bir tek bölümde bir araya gelemeyecek kadar konuları farklıdır
[9]- "el-Bid'e" kelimesi lügatte yeni çıkmış ve benzeri görülmemiş şey anlamına gelir. [el-Mucemu'l-Vesit, "sünnet" kavramı] Dinde bid'at ise bir insanın şeriat sahibine uymadan bir sözü
söylemesi veya bir işi yapması anlamındadır. (Müfredat-ı Ragıb, "Bid'e" kavramı)
İslam şeriatı, Kitap (Kur'ân) ve sünnette yer alan veya onlardan istinbat edilen şeylerdir. Bid'at ise, her ne kadar içtihat, istihsan ve günümüz insanlarının deyimiyle, "Elastikiyetli
İslam ve toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu İslam." olarak adlandırılsa bile, insanın Kur'ân ve sünnette geçmeyen veya onlardan anlaşılmayan, kendi isteği ve zevki uyarınca dine soktuğu şey
anlamındadır. Resûlullah (s.a.a)'nin hadislerinde bid'at ve bid'ati çıkaran kimse hakkında geçen şeylerin tümü bunlarla bağdaşmaktadır. [Mealimu'l-Medreseteyn, c.2, s.13-16]
[10]- İbn Şubrume, Kufeli şair Abdullah b. Şubrume'dir; Mansur-i Devanikî tarafından Küfe kadılığını üstlenmişti ve h. 144'de ölmüştür. (el-Kuna ve'l-elkab, 1/313) [Mealimu'l-Medreseteyn,
c.2, s.407]