Allame-i Hilli’nin Kad’ıl- Kuzatla Münazarası

Alim ve tarihçi Şafii el-Hemedani’nin nakl ettiğine göre, şahinşahi sarayında şahın kendi huzurunda, o zamanda Şia alimlerinin iftiharlarından ve asrın dahilerinden olan “cemal’ül- milleti ve’d- din, allame-i kebir Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar-i Hilli” ile Ehl-i Sünnet’in en büyük alimlerinden olan “Hace Nizamuddin Abdulmelik-i Merağe-i Kad’ıl- kuzat[56] eş-Şafii” arasında bir takım tartışmalar gerçekleşti.

O mecliste imamet meselesi söz konusu edildi. Cenab-ı Allame-i Hilli açık ve kesin delillerle Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imametini öyle bir şekilde sabit etti ve diğer kimselerin iddiasının batıllığını öyle bir şekilde ortaya koydu ki, artık mecliste hazır bulunanlar için şüphe edecek hiçbir yol bırakmadı;

Hatta Hace Nizamuddin’in kendisi bile; “Sayın Allame’nin delili pek açık ve güçlüdür, ama atalarımız bir yolu tutup gitmişlerdir, biz de avam halkı susturmak ve İslam kelimesinin tefrikasının önünü almak (birliğin bozulmaması) için o yolu takip etmemiz ve sırları açığa vurmamamız gerekir” dedi.

Bu sırada şahinşah’ın taassubu olmadığından ve her iki tarafın delillerini de iyice dinlediğinden dolayı münazara sona erdikten sonra Şia’nın hakikati ortaya çıkınca hak olan İmamiyye (Şia) mezhebini seçti ve bu mezhebin serbestliğini İran’ın bütün şehirlerine ilan etti.

İşte o meclisten bütün vilayetlerin hakim ve valilerine, bütün mescid ve camilerde Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer İmamların ismiyle hutbe okumalarını ilan etti ve dinarların (paraların) üzerine üç satırda; “La ilâhe illallah Muhammed resulullah Aliyyen veliyyullah” kelimesinin yazılmasını emretti.

Şahin şah, sayın Allame-i Hilli’yi “Hille” şehrinden bir takım meselelerin çözümü için çağırtmıştı. (İşte bundan dolayı o toplantıda münazaralar yapılarak Şia’nın hakikati ortaya çıkmış oldu.) Şahin şah Allame-i Hilli’yi kendi yanında tuttu ve onun için özel bir medrese ayarladı; derken talebeler o cenabın etrafını sardılar. 

Açıkça yapılan tebliğler sonucu gerçekler ortaya çıktı ve her şeyden habersiz olan kimseler, hak olan İmamiyye (Şia) yolunun hakikatini anlamış oldular. Böylece velayetin ışık saçan güneşi takıyye[57] bulutunun altından dışarı çıktı. İşte o zamandan itibaren hak olan Şia mezhebi , güneş gibi cehalet bulutunun altından ortaya çıkmış oldu.

Yaklaşık yedi yüz yıldan sonra Safevilerin güçlü sultanlarının desteğiyle ve o zamanın kamil tebliğleriyle kara bulutlar tamamiyle dağılıp velayet ve imamet güneşi dünyaya ışınlarını saçtı.

Her ne kadar İranlılar bir gün Mecus (ateşe tapan) ve iki tanrıya (Yezdan ve Ehrimen’e) inanıyor idilerse de Müslümanların mantığa uygun delil ve burhanlarını duyar duymaz onu canı gönülden kabul ettiler; şimdiye kadar da tam bir samimiyetle İslami akidelerinin üzerinde sabittirler.

Eğer İranlıların arasında mecus olan, (inanç açısından) bir yere bağlı olmayan veya gulatlar silsilesine girip Ali’yi (a.s) kendi makamından uluhiyet derecesine yükselten, onu halik ve razık bilen (yaratan ve rızk veren) veyahut hulul,[58] ittihat ve vahdet-i vücuda[59] inanlar olursa onların İranlıların temiz kalpli toplumuyla hiçbir ilişkisi yoktur.

Her kavim ve toplumda bu çeşit düşüncesiz ve akılsız kimseler bulunmaktadır. Ama İran’ın necip ve bilgin halkının ekseriyeti Allah-u Teâla’nın vahdaniyeti, Hatem’ul- Enbiyanın nübüvvet ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve on bir evladını Hz. Peygamber’in emri gereğince imamete seçildikleri hususunda sabit ve doğru bir iman ve akideye sahiptirler.

Hafız: Hicazi, Mekki ve Medeni olan sizin gibi bir kimsenin, İran’da bir müddet kalmakla onları o kadar desteklemeniz ve onları Ali’nin (kerremellah’u vechehu) takipçileri bilmeniz gerçekten de şaşırılacak bir şeydir. Oysa ki, Ali Allah’ın kulu, O’nun emrine uyan ve O’na itaat eden birisi idi. Fakat İranlı şiaların hepsi Ali’yi Allah biliyorlar, onu Allah’tan ayrı bilmiyorlar. Kendi şiirlerinde de nazil bemenzile-i Hak[60] ve hatta Hakk (Allah)’ın aynısı biliyorlar.

Nitekim onların divan ve cep defterlerinde bu çeşit küfriyat görülmektedir. İranlı Şii alimler Ali’nin (kerremellah vechehu) dilinden bu çeşit şiirleri nakletmekteler (kesinlikle Ali’nin kendisi böyle bir inançtan beridir)...

Davetçi: Size taaccüp edilmelidir ki araştırmaksızın İranlı bütün şiaları guluv (mübalağa) eden ve Ali perest biliyorsunuz. Bu sözlerle meseleyi, her şeyden habersiz Sünni kardeşlerimize yanlış aktarıyor, iki kardeşin birbirlerini öldürmesine sebep oluyorsunuz. Bu çeşit sözler Afganistan, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan ve diğer yerlerde Şiilerin öldürülüp kanlarının akıtılmasına yol açmıştır.

Özbekistan ve Türkistan Müslümanları, şialar Ali perest, müşrik, kafir ve öldürülmeleri farzdır diyen alimlerinin kışkırtmaları sonucu ne kadar Müslümanların kanını döküp tarih sayfasını lekelediler.

Ehl-i Sünnet’in her şeyden habersiz zavallı halkı sizin gibi alimlerin önderliğiyle İranlı Müslümanlara adavet, şirk, küfr ve irtidat gözüyle bakıyorlar.

Geçmiş zamanlarda Türkmenler Horasan yolunda, kafirdirler diyerek İranlıların önlerini kesip mallarını yağmalıyor, öldürüyor ve şöyle diyorlardı: “Kim yedi tane Rafızî ( Şia’yı) öldürürse, cennet ona farz olur!”

Kesinlikle bilin ki, bu amellerin ve bu katliamların sorumlusu, şialar Ali perest, müşrik ve kafirdir diyen sizin gibi alimlerdir. Her şeyden habersiz saf ve avam Sünniler de bu çeşit sözleri kabul edip sevap kastıyla bu çeşit amellere teşebbüs ediyorlar.
İslam Her Çeşit Irkçılığı Ortadan Kaldırdı

İlk önce buyurduğunuz sözün cevabını vereyim sonra asıl konuya geçelim. “Siz Hicazi, Mekki ve Medeni olduğunuz halde niçin İranlıları savunuyorsunuz?” diye buyurduğunuz söze gelince; şu açıktır ki Mekki, Medeni ve Muhammedi olmak iftiharımdır; fakat cehalet ve akılsızlıktan kaynaklanan ırkçılık taassubu kesinlikle bende yoktur.

Çünkü yüce ceddim Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) her milletin kavmiyet ve vatan sevgisini göz önünde bulundurmasına rağmen, “Vatan sevgisi imandandır.” cümlesini buyurmakla her kavim ve millete vatan sevgisini emretmiştir.

Resulullah (s.a.a)’in, insanların birliği ve onlardan her çeşit anlamsız düşünceleri gidermek yolunda attığı en büyük adımlardan biri de; ırkçılık ve cahilane taassupları tamamiyle ortadan kaldırmasıydı. Yüksek bir sesle bütün insanların dikkatini buyurduğu şu söze celbetti:

Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a, beyazın zenciye, zencinin de beyaza ilim ve takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.”

Yine Resulullah (s.a.a), alim ve takvalı kimselerin meseleyi yanlış anlayıp buyruğundan senet ittihaz etmemeleri, tevazu ve alçak gönüllülükten uzaklaşıp başkalarına karşı kibir ve bencillik göstermemeleri için şöyle buyurdu:

“Arap’tan olmam iftihar değildir; Adem evlatlarının seyyidi (efendisi) olmam da iftihar değildir.”

Mezkur cümlenin özet olarak manası şudur ki Arap ve Adem evlatlarının efendisi olmama rağmen bu makam ve soyla başkalarına karşı övünmüyorum. Peygamber (s.a.a)’in iftiharı sadece Allah’ın itaatkar kulu olmasıdır. Allah’a yalvarıp yakardığında şöyle arz ediyordu:

“Allah’ım! Sana kul olmam bana iftihar olarak yeter.”

Allah-u Teâla Hucurat Süresi 13. ayette şöyle buyurmuştur:

“ Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler halinde kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvaca en ileride olanınızdır.”

Görüldüğü gibi Allah-u Teâla fazilet üstünlük ve yüceliği takvada kılmıştır. Yine Hucurat Suresinin 10. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin.”

Beyaz, siyah, sarı ve kızıl derili soyundan olan köylü, şehirli, Afrikalı, Asyalı, Avrupalı ve Amerikalı olan bütün insanlar, İslam sancağı ve “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” kelimesi altında birbiriyle kardeştirler ve hiç birisinin başka birisinden (takva hariç) üstünlüğü yoktur.

İslam’ın yüce önderi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de Acemden olan Selman-i Farisî’yi, Rum’dan olan Sühayb-i Rumi’yi ve Habeşe’den olan zenci Bilal’ı muhabbet ve sevgiyle kabul etmeyi amelen açıkça göstermiştir.

Ama Arapların en iyi ırkından ve şerif soydan olan amcası Ebu Leheb’i kendisinden uzaklaştırdı ve onun hakkında bir süre bile nazil oldu ve açıkça şöyle buyurdu:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve kurudu da...”
Bütün Bozgunculuk ve Savaşlar Irkçılık Nedeniyledir

Bütün fitne, fesat, savaş ve çekişmeler, ırk ile övünmelerden ve cahilane taassuplardan dolayıdır. Almanlar diyorlar ki; Ari’n ve Cirmin ırkı bütün ırklardan üstündür. Japonlar diyorlar ki; efendilik hakkı sarı derili olan ırkındır. Avrupalılar da diyorlar ki; beyaz derili olanlar herkesten büyük ve üstündürler. 

Uygar Amerika’da zenciler toplumsal haklardan mahrumdurlar; hatta beyazların, kahve, sinema ve misafirhanelerine girmeye hakları yoktur. Bir Hıristiyan zencinin beyazlıların kilisesine girmeye hakkı yoktur.

Şaşırılacak şey şu ki, mabette de bir seviyede oturmaya hakları yoktur. Zencilerin bilgin ve alimleri beyaz derili bilginlerin toplantılarına katılmış olurlarsa, meclisin arka kısmında oturmaları gerekir. Beyaz derililerin karşısında ilimlerini izhar etmemelidirler.

Zenci ihtiyar bir bilgin, beyaz derili gencin karşısında saygı gösterip teslim olmalıdır. Beyaz derili öğrenciler, zencileri okullarına bırakmıyorlar; hatta tirenin vagonlarının arasında zenci birisi kalmış da olsa onun, beyaz derililerin boş olan vagonlarına geçme hakkı yoktur.

Velhasıl Amerika’daki zenciler (onların özgürlüğü için onca yapılan çabaya rağmen hayvanların sırasında sayılıyorlar; beyaz derililer gibi gelişen araçlardan yararlanmaya hakları yoktur.[61]

Ama mukaddes İslam dini saçma ve hurafe bütün akideleri, bin dört yüz yıl önce ortadan kaldırmıştır ve bütün Müslümanlar, hangi ırk ve kabilden olursa olsunlar eşittirler buyurmuştur.

Avrupalı, Asyalı, Afrikalı Müslümanlar birbirlerine karşı muhabbetli olup adaletli davranmalıdırlar; dünyanın neresinde olursa olsunlar, daima birbirlerine yardımcı ve dert ortağı olmalıdırlar. İslam Mekkeli, Medineli ve Hicazlı Müslümanlar ile diğer memleketlerin Müslümanları arasında hiçbir fark koymamıştır.

Binaenaleyh soyum Hicazi, Kureyşi, Haşimi ve Muhammedi olduğundan dolayı hakkı gizlemem ve boş hayaller üzere onu çiğnemem doğru değildir. Kesinlikle sahte Hicazi’leri merdut sayıyor ve İranlı Müslümanları ise seviyorum.

Biz içe ve duruma bakıyoruz;

Dışa ve söze değil.

Üstelik siz İranlı gulatları hiçbir deliliniz olmaksınız tertemiz, muvahhid ve halis şialarla karıştırdınız.
Gulat’ın Akaidi, Onların Kınanılması ve Abdullah Bin Sebe’nin Lanetlenmesi

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın bütün şiaları, Allah-u Teala’nın seçkin kullarıdır. Yine Allah-u Subhanehu ve Teâla’ya ve O’nun kulu ve resulü olan Muhammed (s.a.a)’e itaat eden ve Ali bin Ebi Talip (a.s) hakkında Hz. Peygamber’in buyurduğundan başka bir şey söylemeyen kimselerdir. Bizler Hz. Ali’yi Allah’ın salih kulu ve Resulullah’ın da vasisi ve halifesi biliyoruz.

Biz, bu akideden başka bir akideye sahip olan kimseyi kendimizden uzak sayıyor, onu merdut biliyoruz. Örneğin: “Sabaiyye, Hatabiyye, Ğarabiyye, Ulyaviyye, Muhammese, Buzeyğiyye ve İran’ın bazı köy ve şehirlerinde, Musul ve Suriye’de Ehl-i Hak adıyla dağılmış olan... bazı gulat gruplar da vardır.

Bütün şialar bu inançtadırlar, onları kafir, mürtet ve necis biliyorlar; Şia müçtehitleri tüm fıkıh ve “İlm-i hal” kitaplarında Gulat’ı kafirler sırasında zikrediyorlar; çünkü onlar sayısızca bozuk inançlara sahiptirler. Örneğin diyorlar ki: “Ruhani şeyin, cismani halde zuhur etmesi muhal değildir. 

Nitekim Cebrail “Dehye-i Kelbi” şeklinde Hz. Peygamber’e zahir oluyordu; Hakkın (Allah’ın) hikmeti hekimanesi, zat-ı akdesin beşer şeklinde aşikar olmasını gerektirdi. Bundan dolayı Hz. Ali şeklinde zahir oldu!”

İşte bu yüzden Hz. Ali (a.s)’ın makamını, Hz. Peygamber (s.a.a)’in mukaddes makamından daha yüce biliyorlar. Hz. Ali (a.s)’ın kendi zamanından itibaren, ins-u cin şeytanlarının aldatmasıyla bir grup insanlar bu akideye sahip olmuşlardır. 

Hz. Ali (a.s)’ın kendisi, Hindistan ve Sudan’dan gelen ve O Hazretin ilahlığını iddia eden bir grup insanlara hayli nasihat etti, bu nasihatlerin bir fayda vermediğini görünce, onların dumanlı kuyularda (tarih kitaplarında kaydedildiği şekilde) öldürülmelerini emretti.

Nitekim bu olayın izahı, “Bihar’ul- Envar” kitabının yedinci cildinde etraflıca zikredilmiştir. Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer masum İmamlar (Allah’ın selamı onların üzerine olsun), olara lanet edip kendilerinden uzaklaştırmışlar ve onlardan teberri etmişlerdir.

Yine bizim muteber kitaplarımızda mevlamız Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’dan şöyle dua ettiği naklolunmuştur:

“Allah’ım! İsa bin Meryem’in Nesara (Hıristiyanlar)’dan teberri ettiği gibi ben de gulattan beriyim. Allah’ım! Onları daima hor ve zelil kıl ve hiçbirine yardım da bulunma.”

Diğer bir rivayette de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Hakkımda iki grup insanlar helak olacaktır; oysaki bunda benim hiçbir günahım yoktur): Sevgide haddini aşanlar (yani ifrat ve guluv edenler) ve sevmeyip de geri kalanlar( yani düşman olanlar). Biz, hakkımızda haddimizi aşacak derecede guluv (mübalağa) eden kimselerden, İsa bin Meryem’in Nasranilerden teberri ettiği gibi teberri ediyor ve Allah’a sığınıyoruz.”

Hz. Ali (a.s) yine buyurmuştur ki:

“Hakkımda iki grup insan helak olacaktır: Guluv ederek seven ve buğzederek düşmanlık yapan.”

İşte bu yüzden on iki İmam şiaları, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) ve mutahhar Ehl-i Beyti hakkında nazm[62] ve nesir[63] olarak guluv eden, onları Allah ve Resulünün belirlediği makamın dışına çıkaran ve ubudiyet makamından rububiyyet makamına yükselten kimselerden teberri ediyorlar. Böyle bir akideye sahip olan kimseler bizden değillerdir; onlar Gulat ve melunlardandırlar.

Sizler Şia topluluğunu onlardan ayrı bilmelisiniz. Çünkü İmamiyye alimleri, Gulat’ın kafir ve necis olmalarına icma etmişlerdir. Eğer Şia fakihlerinin “Cevahir’ul- Kelam”, “Mesalik” ve diğer kitaplarına, merhum ayetullah Yezdi’nin (kuddise sirruh) “Urvet’ul- Vuska” ve Ayetullah’il- uzma İsfehani’nin ( mudde zılluhu’l- ali) “Vesilet’un- Necat” adlı risalelerine

(kitaplarına) müracaat edersiniz, Taharet, Zekat, Nikah ve İrs bablarında müçtehitlerimizin onların kafir ve necis olduklarına dair fetvalarını görürsünüz. Bütün müçtehitlerimiz, onların gusül ve defninde müdahale etmenin, onlarla evlenmenin, Müslüman’ın miras hakkının ve hatta sadaka ve zekatın onlara verilmesinin câiz olmadığına bir fetva vermişlerdir.

Kurtuluş ehli olan Şia fırkası, kelam ve akaid kitaplarında, bu fasit ve kafir fırkadan teberri etmenin her müslümana, özellikle akideleri halis olan şialara farz ve gerekli olduğu geniş bir şekilde delillerle açıklanmıştır.

Gulat’ın reddinde yeteri kadar ayet ve hadis mevcuttur; biz onlardan bazısına deyiniyoruz.

Allah-u Teala, Mâide suresinin 77. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda (İsa’yı nübüvvet makamından ilahlık makamına çıkararak) guluv etmeyin (aşırı gitmeyin) ve daha önce sağmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun (Hıristiyan önderlerinin) heva ve heveslerine( istek ve tutkularına) uymayın.”

Merhum Allame Meclisi ( kuddise sirruh) Şia’nın ilim ansiklopedisi olan “Bihar’ul- Envar” kitabının 30. cildinde onlar (gulat)’ın kınanması ve risalet ailesinin onların iddia ettiği şeyden uzak olmaları hususunda çok rivayetler nakletmiştir. Örneğin İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bu hadisin manası özet olarak şöyledir:

“Biz, Allah-u Teâla’nın bizi yarattığı ve seçtiği kullarız... Biz mutlaka öleceğiz, durdurulup sorgulanacağız (biz de sizin gibi beşeriz). Gulat’ı seven bize buğzetmiştir; onlara buğzeden bizi sevmiştir. Kafir ve Müfevvize[64] olan gulat, müşriktirler; Allah Gulat’a lanet etsin”.

Yine Şia’nın büyük önderi olan İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah, Abdullah bin Seba’ya lanet etsin; o Emir’ul- Muminin Ali (a.s) hakkında rububiyyet (ilâhçılık) iddiası etti. Allah’a andolsun ki Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Allah’ın itaat eden kullu idi. Bize yalan söyleyen kullara yazıklar olsun. Bazı kimseler, söylemediğimiz şeyi bizim hakkımızda söylüyorlar. Biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz. Yine biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz.”

Şia fakihlerinin iftiharlarından olan Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (kuddise sirruh) “Akaid-i Saduk” kitabında Şia’nın güvenilir ravilerinden, Ehl-i Beyt’in ilmini koruyanlardan ve Hz. Bakır’ul- Ulum ve Hz. Sadık (a.s)’ın ashabından olan Zürare bin A’yen’den şöyle bir rivayet nakletmiştir:

İmam Sadık (a.s)’a, Abdullah bin Seba’nın evlatlarından birisi tefvize inanıyor diye arz ettim. İmam (a.s); “Tefviz nedir?” diye sordular. Şöyle diyorlar diye arz ettim:

“Allah-u Teâla Muhammed ve Ali’yi yarattı, sonra kulların işlerini onlara tefviz etti (bıraktı), derken onlar da yarattılar, rızk verdiler, dirilttiler ve öldürdüler.”

İmam (a.s) bu sözü duyunca şöyle buyurdular:

“Allah’ın düşmanı yalan söylemiştir; döndüğünde Ra’d suresindeki şu ayeti ona oku:

“Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.”[65]

Bu ayet, Alla-u Teala’nın birliğine açıkça delalet etmektedir.”

Zürare şöyle diyor: “Onun yanına döndüğümde İmam (a.s)’ın buyurduğu bu ayeti ona okudum. Bu ayeti okumakla sanki ağzına bir taş atmış oldum, böylece susup kaldı.”

Gulat fırkasını kınamak ve onları lanetlemek hususunda buna benzer birçok rivayetler bizim güvenilir kitaplarımızda yer almaktadır. Avam halkın aldatılmasına sebep olacak sözleri ağzınıza almanız ve adl-i İlahi mahkemesinde muaheze edilmemeniz için bizim sizin alimlerinizin kitaplarını okuduğumuz gibi sizin de Şia alimlerinin güvenilir kitaplarını okumanız iyi olur.

Muhterem beylerin insafla konuşmalarını istiyorum; acaba İmamlarımızın, şiaları hidayet etmeleri için böyle beyanlarda bulundukları ve gerçek şiaları yani Hz. Ali (a.s)’ın takipçileri ve evlatları, önderlerinden böyle rivayetleri duydukları halde yine de onları Allah veya İlahlık makamına mı çıkarırlar?

Gulat fırkası tamamıyla bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzağız. Zahirde Şialık iddiasında bulunsalar da Allah Teâla, Peygamber (s.a.a), Ali (a.s) ve Al-i evlatları hepsi ve bütün şialar onlardan beri ve uzaktırlar.

Nitekim mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) Gulatların önderi olan mel’un Abdullah bin Seba’yı üç gün hapsetmiş, tövbe etmesini istemiş, kabul etmeyince lacerem (mecburen) onu ateşe atıp yakmıştır.

Allah aşkına, alimlerinizin taassup ve adet üzere ve geçmişlerine uyarak “Şia mektebinin kurucusu mel’un Abdullah bin Seba’dır” demeleri veya yazmaları utanç verici değil midir? Oysa ki Şia alimleri bu mesele ile ilgili bütün kitaplarında İmamlarına uymuş, Abdullah bin Seba’yı mel’un bilmişlerdir. 

Binaenaleyh Abdullah bin Seba’ya uyan kimseler de melundurlar. Çünkü onlar gulattırlar; Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında ifrat yapmaktan uzak durmayan onların takipçileri değillerdir.

Eğer sizin mutaassıp alimlerinizin yazdığı ve diğer kimselerin de körü körüne onlara uyarak toplantılarda söyledikleri gibi mel’un Abdullah bin Seba Şia mektebinin kurucusu ve şialar da onun takipçileri olsaydı, o zaman en azından Şia kitaplarından birinde onu övmüş olurlardı.

Eğer siz Şia alimlerinin kitaplarından sadece bir tanesinde mel’un Abdullah bin Seba’yı methettiklerini gösterirseniz, ben bütün sözlerinize teslim olacağım. Ama eğer göstermeseniz (kesinlikle de göstermezsiniz) o zaman hesap gününden ve adl-i İlahi mahkemesinden korkun ve tertemiz muvahhid şiaları mel’un Abdullah bin Seba’nın takipçileri olarak tanıtmayın ve meseleyi her şeyden habersiz avam halka yanlış aktarmayın.

Yine alicenaptan kardeşçesine ricam, ilim ehlinden olduğunuz için daima kaide, ilim, mantık ve hakikat üzere sohbet etmenizdir; düşmanların inat olarak şialara nispet verdikleri saçma-sapan ve mantıksız sözler üzere değil.

Hafız: Sizin kardeşçe nasihatlerinizi her akıllı kimse kabul edip dikkate almaktadır. Ama müsaade ederseniz ben de uyarı olması için bazı şeyleri arz edeyim.

Davetçi: Çok memnun olurum, buyurun.

Hafız: Siz konuşmalarınızda daima; “Biz İmamlar hakkında guluv etmiyoruz” buyuruyorsunuz, Gulat’ı mel’un ve ateş ehli biliyorsunuz. Ama bu iki gecede defalarca İmamlar hakkında sizden bazı sözler duyuluyor; beyan ettiğiniz kaideler üzerine onlar bu çeşit sözlere razı değillerdir. Mümkünse siz de konuştuğunuzda kınanmaya yol açacak sözler söylememeniz için dikkatli olunuz.

Davetçi: Ben mutaassıp ve cahil bir kimse değilim, konuşmamda yanlışlık olursa hatırlatırsanız çok memnun olurum. Çünkü insan yanılan ve unutan bir varlıktır. Bu iki gecede Hidayet İmamlarının rızasına aykırı olan, ilim, akıl ve mantıkla bağdaşmayan şeyler görürseniz, rica ediyorum ki (açıkça) beyan ediniz.

Hafız: Bu iki gece defalarca İmamlarınızın ismini getirdiğinizde “Radıyallahu anhum” yerine “Selamullahi aleyhim” veya “Salavatullahi aleyhim” buyurdunuz. Oysa ki kendiniz de bildiğiniz gibi Ahzab suresindeki şu ayetin hükmüyle: “Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler.

Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”[66] salat ve selam sadece Resulullah’a (s.a.a) mahsustur. Ama siz konuşmanızda İmamlar hakkında salat ve selam söylüyorsunuz. Yaptığınız bu amelin Kur’ân’ın nassına aykırı olması pek açıktır. Size yapılan tenkitlerden biri de söz konusu edilen meseledir. Böyle bir şey bidattir, bidat ehli de dalalet ehlidir diyorlar.