Gulat İnancı

Dördüncü fırka Gulat Fırkası’dır. Bunlar Teşeyyü ismiyle meşhur olan en aşağılık kavim ve tayfadırlar. Bunların hepsi, kafir, necis, fasit ve müfsit insanlardır. Bunlar toplam yedi fırkaya ayrılmışlardır: “Sebaiyye, Mensuriyye, Ğarabiyye, Buzeyğiyye, Yakubiyye, İsmailiyye, Ezduriyye”

Bunların nasıl ortaya çıkışlarının izahını, dün gece özet olarak arz ettim. Biz Şia topluluğu, hatta bütün dünya Müslümanları onlardan ve inançlarından uzağız ve onları her necisten daha necis ve her kafirden daha dinsiz biliyoruz.

Ama maalesef her inanç, Şia ismiyle açıkça veya gizli bir şekilde dillerde küfürle meşhur olup bazı kitaplarda bilerek veya bilmeyerek, kasıtlı veya kasıtsız olarak kaydedilmiştir. Bu sözlerin çoğu, kendilerini Ali’nin Şia’sı gösteren bu mezkur fırkalar tarafından ortaya atılmıştır.

Ama dünyada sayıları yüz milyonu aşan İsna Aşeriyye Şia’sı bu fasit inançlardan uzaktır. Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısı olan Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) vesilesiyle kendilerine ulaşan şeriatın özü, dinin esası ve tertemiz inanç bunların yanında bulunmaktadır.

On İki İmam Şiası’nın İnancı


Beşinci fırka, hak olan on iki İmam Şia’sıdır. Bunlar akıl ve nakle uygun şeriatın özüne sahiptirler. Gerçek olan şialar işte bunlardır; ama önce bahsedilen o dört fırka sahte şialardır.

Bu şiaların akidesini, sonralardan yanlış nispetler onlara vermemeniz için özet olarak size arz etmek istiyorum. İmamiyye Şia’sı topluluğu Allah-u Teala’nın varlığına, benzeri ve eşi olmadığına, cisim, surat, cevher ve araz olmadığına ve bütün imkanı sıfatlardan uzak olduğuna inanmaktadırlar. Bütün araz ve cevherleri yaratan O’dur ve varlıkları yaratmada ve onlara feyiz vermede ortağı yoktur.

Ariflerden bazıları Allah-u Teala’da olmayan sıfatları şiirlerinde şöyle zikretmişlerdir:

Ne mürekkebdir, ne cisim, ne cevherdir, ne de araz.

Ortağı yoktur O’nun, müstağni bil yaratıcıyı.

Vacib’ul- Vücudun künhü kesinlikle görülmediğinden ve diğer taraftan da yaratıkları hidayet etmesi gerektiğinden dolayı beşer cisminden bazı elçiler seçerek insanları hidayete yönlendirmeleri için her zamanın halkının ihtiyaçları gereğince açık deliller, mucizeler ve düsturlarla onlara göndermiştir.

Onların sayıları oldukça çoktur; hepsi ulu’l- azm ve insanların kılavuzu olan beş peygamberin yani Şeyh’ul- enbiya Nuh, Halil’ur- Rahman İbrahim, Kelimullah Musa, Ruhullah İsa ve peygamberlerin sonuncusu Muhammedin’il- Mustafa’nın emirleri altındadırlar. Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.a)’in din ve şeriatı kıyamet gününe kadar baki kalacaktır.

Şia topluluğu şuna inanmaktadırlar ki:

“Muhammed (s.a.a)’in helali kıyamete kadar helâldir, haramı da kıyamet kadar haramdır; şeriatı de kıyamet gününe dek devam edecektir.”

Allah-u Teala insanların iyi veya kötü bütün amelleri için ceza ve mükafat belirlemiştir. Bunlar cennet ve cehennemde onlara verilecektir. Ceza ve mükafat için tayin olan güne yevm’ul- ceza diyorlar. Allah-u Teala dünya sonra erdikten sonra bütün mahlukatı evvelinden sonuna kadar diriltecektir. Cismi olan bu bedenle mahşere götürecektir. Mahkeme ve sorgu-sualden sonra herkesi kendi ameline göre cezalandıracak veya mükafatlandıracaktır.

Nitekim genel olarak semavi kitaplarda, özellikle Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’de haber vermiştir. Kur’ân-ı Kerim senedi sağlam, sabit ve muhakkak olan muttasıl bir senetle elimize ulaşmış ve tahrif de olmamıştır. Biz bu kitabın düsturlarıyla amel etmekte; Allah katında mükafatlanacağımıza ümitliyiz.

Bu semavi kitapta yazılmış olan, örneğin: Namaz, oruç, zekat, humus, hac, cihat vs. gibi bütün ahkamlara inanıyoruz. Aynı zamanda Resulullah vasıtasıyla bize ulaşan bütün farz ve sünnet olan düsturlara inanmaktayız; Allah-u Teâla’nın yardımıyla onlarla amel etmeye kararlıyız. Şarap kumar, zina, livat, rıba, zulüm ve insan öldürmek gibi büyük-küçük bütün günahlardan titizlikle kaçınıyoruz.

Biz Şia topluluğu şuna inanıyoruz ki, Allah-u Teala, bu İlahi ahkamı ve düsturları getireni seçip halka tanıtmıştır. Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra onun dini ve şeriatını koruyan birinin olması gerekir. Allah-u Teâla Hz. Peygamber’i seçip halka tanıttığı gibi, onu da yani peygamberin vasi ve halifesini de Hz. Peygamber vasıtasıyla ümmete tanıtmalıdır.

Nitekim bütün peygamberler Allah-u Teâla’nın emriyle kendi vasilerini tanıtmışlardır. Onların en faziletlisi olan Hatem’ul- Enbiya da, fesat ve ümmetin ihtilafını önlemek için kendi vasilerini Allah-u Teala’nın emriyle cari olan sünnet üzere onlara tanıtmıştır. Allah-u Teala tarafından tanıtılan Resulullah’ın vasiler on iki kişidir.

Onların evveli vasilerin efendisi olan Ali bin Ebi Talib’tir; ondan sonra oğlu Hasan, ondan sonra Hasan’ın kardeşi Hüseyin, ondan sonra Hüseyin’in oğlu Zeyn’ul- Abidin, ondan sonra onun oğlu Muhammed Bakır, ondan sonra onun oğlu Cafer Sadık, ondan sonra onun oğlu Musa Kazım, ondan sonra onun oğlu Ali Rıza, ondan sonra onun oğlu Muhammed Taki, ondan sonra oğlu Ali Naki, ondan sonra onun oğlu Hasan Askeri, ondan sonra onun oğlu Mehdi’dir. Allah’ın hücceti olan 12. İmam gözlerden gayıptır. Ama Allah-u Teâla onunla yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracaktır.

İmamiyye Şiası'nın inancı şudur ki, bu hak olan 12 İmam Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla bizlere tanıtılmıştır. Bunların 12.si yani Hz. Mehdi (a.s) mütevatir ve müstefiz hadislere göre gaybete çekilmiştir.

Bu hususta siz Ehl-i Sünnet alimlerinden de pek çok hadisler vardır. Bütün peygamber ve vasilerin zamanında gaybet olduğu gibi o zamanda da gaybet olmuştur. O kutsal vücudu Allah-u Teâla zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti yaymak için vakti gelince zuhur etmek üzere onu gözlerden uzak kılmıştır.

Bu İmam (Mehdi), bütün alemi ıslah edecektir; herkes böyle bir şahsın zuhur edeceğini beklemektedir.

Velhasıl Şia topluluğu Ehl-i Beyt, has sahabe ve güvenilir raviler vesilesiyle bize ulaşan bütün sahih hadislere ve Kur’ân-ı Kerim’de geçen bütün ahkamlara inanmaktalar. Bu kutsal inanca, ana ve babalarımızı taklit yoluyla değil, aksine tahkik, mantık ve delille yetiştiğimden dolayı Allah’a şükürler etmeyim ve bu inanç ve mezheple iftihar ediyorum.

Kimin bu din ve mezhepte bir şüphesi olursa, ben o şüpheyi gidermek ve gerçekleri ispat etmek için Allah Teala’nın yardımı ile hazırım.

(Bu esnada ezan sesi yükseldi, namaz vakti oldu, namaz kılıp çay içtikten sonra Hafız efendi söze başladı.)

Hafız: Kıble sahip Şia fırkalarının tarihini beyan ettiğinizden dolayı çok memnun olduk. Ama sizin hadis ve dua kitaplarınızda, sizin sözlerinizin aksine, zahirleri İsna Aşeriyye (on iki İmam) Şiası’nın küfrünü gösteren bazı sözler mevcuttur.

Davetçi: O hadis ve duaları ve sakıncalı olan sözleri, hak ortaya çıkması için buyurursanız çok iyi olur.
Marifet Hadisini Eleştiri

Hafız: Çok hadisler görmüşüm fakat şimdi aklıma gelen şey şudur ki, sizin büyük alim ve müfessirlerinizden olan Feyz-i Kaşani, “Tefsir-i Safi”de şöyle bir hadis naklediyor: “Bir gün Hz. Hüseyin ashabı karşısında şöyle dedi:

“Ey insanlar Allah-u Teala, kulları ancak O’nu tanımak için yaratmıştır. O’nu tanıdıklarında O’na ibadet ederler, ibadet ettiklerinde O’ndan başkasının ibadetinden müstağni olurlar.”

Ashabından bir kişi: “Ey Resulullah’ın torunu, anam-babam sana feda olsun! Allah’ı tanımak nedir?” dediğinde şöyle buyurdular: “Her zamanın ehli, kendisine itaati farz olan İmamları tanımasıdır.”

Eleştirinin Cevabı


Davetçi: İlk önce hadisin senedinin silsilesine dikkat etmek gerekir; acaba hadis doğru mu, muteber mi, hasen mi, zayıf mı, veya merdut mu? Doğru olduğu takdirde, tevhit hakkındaki apaçık ayetler ve Ehl-i Beyt yoluyla ulaşan mütevatir hadisler karşısında haber-i vahitle amel etmek doğru değildir.

Siz neden tevhit hakkındaki mevcut olan bu kadar hadisleri ve Ehl-i Beyt İmamlarının maddicilerle münazaralarını ve halis tevhidi ispat etmelerini görüp onlara teveccüh etmiyorsunuz? Halbuki Şia’nın önemli bütün tefsirleri ve hadis kitapları örneğin: Tevhid-i Mufazzal ve Tevhid-i Saduk ve Allame-i Meclisi’nin Bihar’ul- Envar kitabındaki tevhid bölümü ve Şia alimlerinin tevhid hakkındaki kitapları Ehl-i Beyt’ten naklolunan mütevatir hadislerle dolup taşmaktadır.

Siz neden hicri 413’te vefat eden ve Şia’nın büyük alimlerinden olan şeyh Mufi’din “En- Nuket’ul- İ’tikaddiyye” risalesini ve böylece o şahsiyetin telif etmiş olduğu “Evail’ul- Mekalat fi’l- Mezahib-i ve’l Muhterat” kitabını mütalaa etmiyorsunuz? Ve neden şeyh Ebu Mensur Ahmet bin Ali bin Ebi Talip et- Tabersi’nin “İhticac” kitabına 

Hz. Rıza (a.s)’ın muhalifler ve tevhidi inkar edenler karşısında halis tevhidi nasıl ispat ettiğini bilip öğrenmeniz için müracaat etmiyorsunuz da dönüp dolaşıp müteşabih hadisleri bulup onlara dayanarak Şia’ya saldırıyorsunuz? Arap şair ne de güzel söylemiştir:

Acaba benim gözümde çer-çöpü görüyorsun da;

Neden kendi gözündeki hurma gövdesini görmüyorsun?

Güya muhterem beyler kendi kitaplarındaki saçma-sapan, hatta küfriyatı görüp onlara dikkat etmiyorlar. O kitaplarda öyle sözler vardır ki, yavrusu ölen anneyi bile gülmeye zorluyorlar. Eğer onları görseniz utançtan başınızı yukarı kaldıramazsınız. Hatta sizin kendi güvenilir Sihahlarınızda o kadar gülünç hadisler nakl olunmuş ki insanı hayretler içerisinde bırakıyor.

Hafız: Gülünç olan sizin sözlerinizdir ki, büyüklük ve yücelikte eşi görülmemiş kitaplara, özellikle bizim alimlerimizin iftiharla hadislerini kabul ettiği Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’e hurafe ve hata nispeti vererek değerlendiriyorsunuz.

Kim bu iki kitaptaki hadisleri inkar eder ve bunlardaki olan sözlerin hata olduğunu söylerse, gerçekte Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat mezhebini inkar etmiştir. Çünkü bu iki büyük kitap Kur’ân’dan sonra toplum içerisinde en muteber sayılan kitaplardır.

Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik'ul- Muhrika” kitabının evvelinde görmüş olsanız şöyle yazmıştır:

“Bu bölüm Ebu Bekir’in hilafeti niteliğinin beyanı hakkındadır. Buhari ve Müslim bunu Sahihayn’de rivayet etmişlerdir. Bu iki kitap Kur’ân’dan sonra ümmetin icmasıyla en sahih kitaplardır.”

Şu açıktır ki, bu iki kitapta naklolunan hadislerin Resulullah’dan nakl olunduğu kesindir. Çünkü ümmet bunları kabul etmede icma etmiştir ve ümmetin kabul ettiği her şey de kesindir.

Binaenaleyh Sahihayn kitaplarında naklolunan hadislerin de doğruluğu kesindir. Öyleyse bir kimse nasıl cüret edip de bu iki kitapta küfriyat, saçma-sapan söz ve hurafeler vardır diyebilir!
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki Hurafi Hadisler

Davetçi: İlk önce konuşmalarınız esnasında buyurdunuz ki, bu iki kitap (Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim) bütün ümmet tarafından kabul edilmiştir ve ilmi itirazlar size varittir.

Sizin bu iddianız İbn-i Hacer’in sözüne istinat ederek ilim, amel ve mantık açısından, bilinç ve basiret üzere amel eden yüz milyon Müslümanların (şiaların) reddettiği bir şeydir. Öyleyse buradaki ümmetin icması sadr-ı İslam’da hilafet hususundaki kabul edilen icmanın aynısıdır.

İkinci olarak benim dediğim sözler delil ve burhanladır. Eğer muhterem beyler hakikati gören gözle o kitaplara bakarlarsa, bizim gördüğümüz şeyi sizler de göreceksiniz. Bizim ve bütün insanlar gibi siz de o kitaplardaki nakledilen sözler karşısında hayret içerisinde kalıp güleceksiniz.

Nitekim sizin büyük alimlerinizden çoğu örneğin: Darukutni, İbn-i Hazm ve Şahabuddin Ahmed bin Muhammed-i Kastalani “İrşad’us- Sari” kitabında ve allame Ebu’l- Fazl Cafer bin Sa’lebi eş- Şafii “el- İmata-u fi Ahkam’is- Sima” kitabında ve şeyh Abdulkadir bin Muhammed-i Kareşi el-Hanefi, “Cevahir’ul- Muzîe fi Tabakat’il- Hanefiyye” kitabında ve şeyh’ul- İslam Ebu Zekeriyya Nevevi Sahih’in şerhinde ve Şemsuddin Alkami “Kevkeb-u Munir fi Şerh-i Cami’us- Sağir”de ve İbn-i Kayyim “Zad’ul- Mead”da,

velhasıl Hanefi alimlerinin hepsi ve Ehl-i Sünnetin diğer büyük alimleri açıkça Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki bazı hadisleri eleştirip tenkit etmişlerdir ve bu iki kitapta sahih olmayan çok zayıf hadislerin mevcut olduğuna itiraf etmişlerdir. Çünkü Buhari ve Müslim sadece hadis toplamışlardır; onların sahih olup olmadığına dikkat etmemişlerdir.

Sizin muhakkik alimlerinizden bazıları örneğin: Kemaluddin Cafer bin Sa’leb, Sahihayn kitaplarındaki hadislerin fezahat ve kabahatlerini açıklamada ve onların utanç verici ayıplarını neşretmede oldukça çaba sarf etmişlerdir. Bu babdaki delil ve burhanlarımız pek bariz ve açıktır.

Öyleyse hadisler hakkında araştırma yaparak sizin saldırınıza uğrayanlar sadece biz değiliz. Hatta sizin büyük muhakkik alimleriniz de gerçekler üzerinde araştırma yapıp bu çeşit sözleri beyan etmişlerdir.

Hafız: Kendi delil ve burhanlarınızı, mecliste olanların hakka hüküm vermeleri için beyan etmeniz çok iyi olur.

Davetçi: Gerçi biz bu konu üzerinde konuşmuyorduk, eğer bu konuya girmek istesem, sizin önceki sorunuzun cevabından geri kalmış olurum; ama yine de ispatı için özet olarak birkaç örnek vermeye çalışacağım.
Allah-u Teâla’yı Görmek Hususunda Ehl-i Sünnet’ten Hadisler

Eğer siz hulul, ittihat, cismaniyet ve Allah’ı görme hakkındaki insanı küfre düşüren hadisleri mütalaa etmek isteseniz kendi muteber kitaplarınıza Sahih-i Buhari’nin birinci cildindeki “Fazl’us- Sücud” babına, yine dördüncü cildin “Es- Sırat-u Min Kitab-ir Rikak” babına ve Sahih-i Müslim’in birinci cildindeki “İsbat’ur- Ru’yet’il Muminin Rabbehum fi’l Ahireti” babına ve imam Ahmet bin Hanbel’in Müsned’inin ikinci cildine bakacak olursanız iyice anlamış olursunuz. Örnek olarak o bablardan sadece iki hadisi huzurunuza arz edeyim:

Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor: “Cehennemin ateşi gürülder ve şiddetli bir şekilde galeyana gelir. Allah-u Teâla ayağını onun içersine koyduğunda artık sakin olup; Yeter, yeter, bana kafidir, bana kafidir der.”

Yine Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor:

Bir grup halk Resul-u Ekrem’e (s.a.a); “Acaba kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” dediklerinde şöyle buyurdu: “Evet göreceğiz. Acaba öğle vakti gökte bulut olmadığında güneşi görmede bir zarar size dokunuyor mu?”

Halk: “Hayır dokunmuyor” dediler.

Yine şöyle buyurdu: “Acaba gökte bulut olmadığı gecede dolun ayı görmede size bir zarar dokunuyor mu?”

Halk: “Ya Resulellah, hayır dokunmuyor” dediler.

Yine buyurdular ki: “O ikisini görmekle size zarar dokunmadığı gibi kıyamet günü Allah’ı görmede de size bir zarar dokunmayacaktır. Kıyamet günü bir müezzin şöyle nida edecektir: Her ümmet taptığına tabi olsun. Bu anda Allah’tan başkasına tapan herkes ateşe dökülecektir. Sadece Allah’a tapanlar baki olacaklar. 

Bu esnada alemlerin Rabbi halkın onu göreceği bir şekilde gelip ben sizin Rabbinizim diyecektir. Halk (onu görünce) biz senden Allah’a sığınıyoruz, Allah’a ortak koşmayız diyeceklerdir. Bunun üzerine şöyle buyuracaktır: ‘Acaba sizinle Allah arasında, onunla Allah’ı tanıyacak bir nişane var mıdır?’ Halk; ‘Evet vardır’ diyecekler. 

Derken Allah ayağını (onlara göstermek için) açacaktır. Daha sonra halk başlarını yukarı kaldırıp Rablerini, ilk gördükleri şekilde göreceklerdir. Sonra; “Ben sizin Rabbinizim” diyecektir; halk da; ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin’ diyeceklerdir.”

Allah aşkına insafla söyleyin bakalım, Allah-u Teâla’nın mücessem olup bir cisim şeklinde kendisini insanlara göstermesi veya ayağını açıp onlara nişan vermesi küfür getirici sözler değil midir? Sözümüzün ispatına en büyük delil şudur ki, Müslim Allah-u Teâla’nın görünmesinin ispatı hususunda özel bir bab açmıştır ve Ebu Hureyre Zeyd bin Eslem ve Suveyd bin Said ve diğerlerinden saçma ve uydurma hadisler nakl etmiştir.

Sizin büyük alimleriniz örneğin: Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal” kitabında ve Süyuti “el- Lali’l- Masnuet-i fi Ahadis’il- Mevduati” kitabında ve Sibt bin Cevzi “el-Mevduat”ta onların uydurma olduğunu açık delillerle beyan etmişlerdir. Bu sözlerin batıllığına dair, hadis ve rivayetlerin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in birçok apaçık ayetleridir. Kur’ân’ın şu ayeti açıkça Allah Teala’nın görülmesini nefyetmektedir:

“Gözler O’nu (Allah’ı) idrak edemez ( göremez); O, bütün gözleri idrak eder (görür) O, latif ve haberdar olandır.”[2]

Yine Kur’ân-ı Kerim, Hz. Musa ve Beniisrail kıssasında Hz. Musa’nın Beniisrail'in baskısı karşısında münacat makamında şöyle arz ettiğini naklediyor:

“Rabbim kendini bana göster; seni göreyim (Allah Teala cevabında) beni asla göremezsin.” [3]

Seyyid Abdulhay: (Ehl-i Sünnet’in cemaat imamı) Mevlamız Ali’den (kerremelleh vechehu); “Görmediğim Rabbe ibadet etmem” diye bir hadis nakl olunmamış mıdır? O halde Ali’nin (a.s) böyle bir sözünden Hak Teala’nın görülmesinin mümkün olduğu anlaşılıyor.
Allah Teala’nın Görülmeyeceğine Dair Delil ve Hadisler

Davetçi: Alicenap hadisin sadece bir cümlesine işaret ettiniz. Beylerin müsaadesiyle hadisin hepsini okuyacağım, o zaman kendi cevabınızı almış olacaksınız.

Bu hadisi sikat’ul İslam şeyh Muhammed bin Yakub-i Kuleyni “Usul-u Kafi”nin “Tevhid Kitabı” babında ve şeyh Saduk Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi, “Tevhid” kitabının “Allah’ı Görme Akidesinin İptali” babında İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Yahudi bir alim Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin yanına gelerek; “Ey Emir’ul- Mümin! Allah’a ibadet ettiğinde O’nu görüyor musun?” dedi. Hz. Ali (a.s): “Görmediğim Rabbe itaat etmem” buyurdular.

Nasıl görüyorsun? dediğinde de şöyle buyurdular:

“Gözler O’nu göremez, fakat kalpler iman nuruyla onu görmekteler.”

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın bu cevabından anlaşılıyor ki, Allah’ı cismi olan bu maddi gözle görmek mümkün değildir; ancak kalp gözüyle onu görmek mümkündür. Bu mana “Len teranî” kelimesinden anlaşılıyor. 

Zira biliyorsunuz ki, “Len” edatı nefy-i ebed için kullanılıyor ve şu ayet de; “Gözler onu göremez” önceki ayeti tekit etmektedir. Yani dünya ve ahirette kesinlikle Allah-u Teâla hiçbir şekilde görülmeyecektir.

Akli ve nakli deliller bu mezkur manayı ortaya çıkarmaktır. Şia’nın büyük alim, muhakkik ve müfessirlerinden başka sizin Kadı Beyzavi ve Carullah Zemahşeri gibi büyük alimleriniz kendi tefsirlerinde Allah-u Teâla'nın görülmesini muhal-i akli (aklen imkansız) olarak vurgulamışlardır. Kim Allah-u Teâla'nın ister bu dünyada olsun ister ahirette görülmesine inanırsa, Allah-u Teâla'yı kendi muhatı kılmış ve Allah’ın zatı için cismaniyeti kabul etmiştir. 

Çünkü maddi cisim olmazsa, maddi gözle onu görmek mümkün olmaz. Böyle bir inanç kesinlikle küfürdür. Nitekim bizim ve sizin büyük alimlerimiz bunu kendi tefsir ve ilmi kitaplarında zikr etmişlerdir. Bu bahis söz konusu olmadığından dolayı, onlardan bazı cümleleri min bab-i şahit (örnek olması için) arz ettik.

Sizin güvenilir kitaplarınızda kaydedilmiş olan saçma-sapan ve hurafi sözlere gelince, misal olarak iki hadisin özetini muhterem beylerin, Şia kitaplarındaki açıklaması ve tevili mümkün olan bazı haber-i vahidleri eleştirmeleri için nakl ediyoruz.

Siz Sihah-i Sitte’yi, özellikle Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i vahy olan bir kitap gibi tasavvur ediyorsunuz. Siz beylerden ricam, taassuptan uzak olup biraz insaf gözüyle, bu kadar guluv (ifrat) yapmamanız için bu hadislere bakmanızdır.

Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki Hurafelere Bir Bakış

Buhari Sahihinin “Gusl” kitabının “Men İğtesele Uryanen” babında ve Müslim kendi Sahihinin ikinci cüz’ünde “Fezail-u Musa” babında ve İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’inin ikinci cüz’ünde ve sizin diğer alimleriniz Ebu Hureyre’den şöyle naklediyorlar:

“Beniisrail arasında şöyle bir adet vardı, herkes hep birlikte avret mahallini kapatmaksızın suya girip kendilerini yıkıyorlardı ve aynı zamanda birbirlerinin avrat yerlerine de bakıyorlardı. Böyle bir davranış onların arasında ayıp sayılmıyordu. Fakat Hz. Musa, kimse onun avrat yerini görmemesi için tek başına suya dalıyordu.

Beniisrail Hz. Musa’nın bu tavrına karşı şöyle diyorlardı: Hz. Musa’nın tek başına yıkanması ve bizden uzaklaşmasının sebebi bedeninde bir noksanlık ve fıtık olduğundan dolayıdır. İşte bundan dolayı bizim onu görmemizi istemiyor.

Bir gün Hz. Musa yıkanmak için bir suyun kenarına gitti, elbiselerini çıkarıp bir taşın üzerine bıraktı ve suya daldı. Taş Hz. Musa’nın elbisesiyle birlikte firar etti. Musa da onun peşine koyulup; “Ey taş elbisem! Ey taş elbisem!” (Yani elbisemi nere götürüyorsun?) diyordu. Nihayet Beniisrail Hz. Musa’nın avrat yerine baktılar! Allah’a andolsun Musa’nın bir noksanlığı yoktur (yani fıtık değildir) dediler.

Bu esnada taş yerinde durdu; Hz. Musa elbiselerini aldı. Daha sonra Hz. Musa taşı dövmeye başladı, öyle ki taş altı veya yedi defa inledi.”

Allah aşkına insafla söyleyin, böyle bir amel siz beylerden birisi için vuku bulsaydı, çıplak olarak halkın içerisine, -avrat yerinizi görmeleri için- elbisenizin peşice gitmeniz ne kadar da kötü olurdu! (Faraza böyle bir olay olsa da insan bir köşeye saklanıp elbiselerinin getirilmesini halktan ister ve çıplak olarak halkın içerisine gitmez.)

Acaba insanın aklı böyle bir amelin, Kelimullah olan Hz. Musa gibi bir şahsiyetten vuku bulmasını kabul eder mi? Acaba taşın hareket edip Hz. Musa’nın elbisesini götürmesine insan inanabilir mi?

Seyyid Abdulhay: Acaba taşın hareket etmesi daha büyük mü, yoksa asanın ejderha olup hareket etmesi ve Allah Teala’nın haber verdiği dokuz tane mucize mi?

Davetçi: Şöyle meşhur bir söz vardır, diyorlar ki: “Duayı iyi öğrenmişsiniz, fakat duanın deliğini yitirmişsiniz.” Aziz beyler bizler peygamberlerin mucizesini inkar etmiyoruz; aksine Kur’ân-ı Kerim’in hükmüyle o mucizelere iman ediyoruz.

Fakat şunu tasdik edin ki mucizeler tehaddi ( meydan okuma) makamında düşmanın batıl olduğunu ispatlamak ve hakkı ortaya çıkarmak için yapılmıştır. Acaba böyle bir amelde peygamberin halkın içerisinde rezil olmasından başka ne gibi bir tehaddi ve hakkın ortaya çıkması vardır?

Seyyid Abdulhay: Hz. Musa’nın noksanlıktan beri olması ve halkın onun fıtık olmadığını bilmelerinden daha büyük hak hangisidir?

Davetçi: Faraza ki, Hz. Musa fıtık idi. Bunun peygamberlik makamına ne gibi bir zararı vardı. Peygamberler için noksanlık sayılan zati noksanlıklardır. Örneğin: Körlük, sağırlık, altı parmak olmak, felç olmak, kötürüm olmak vs. gibi.

Ama bazı hastalıklardan dolayı cismi noksanlıklar peygamberlik makamına hiçbir zarar vermez. Örneğin: Hz. Yakub ve Hz. Şuâyb peygamberlerin çok ağlama eserinde kör olmaları gibi; veya Eyyub peygamberin bedenin yara olması gibi; veyahut Peygamber-i Ekrem’in Uhud savaşında başı ve dişinin kırılması gibi.

Fıtık da cismani hastalıklardan olup insan için vuku bulan şeylerden biridir. Bunun ne kadar bir önemi vardı ki Allah Teala mucize göstermekle onu tebree etmek istesin ve böylece Beniisrail Allah’ın peygamberinin avrat mahallini görsün ve O Hazretin saygınlığı ve şahsiyeti halkın arasında zedelensin.

Acaba halk sonradan; “Hz. Musa çıplak olarak halkın içerisine gitti ve öfkeli olduğundan dolayı taşa o kadar vurdu ki, taş altı veya yedi defa inledi” diye deyip gülmeyecekler miydi? Hayret! Allah’ın peygamberleri taşın hissiz olduğunu bilmiyor muydu da onu dövmeye kalkıştı?! Bu saçma sözlerden Allah’a sığınıyoruz.

Hz. Musa’nın Ölüm Meleğinin (Azrail’in) Yüzüne Tokat Vurması!


Alicenap seyyid Abdulhay bu çeşit saçma sapan sözleri nakleden Ebu Hureyre, Buhari ve Müslim’i savunmaya kalkışmaması ve muhterem beylerin de, hakkında guluv ettikleri Sahihlerinin zannettikleri gibi olmadığına yakin etmeleri için daha gülünç bir hadise değiniyorum:

Buhari Sahihinin birinci cildinde cenaze bablarından olan; “Men Ehabb’ed- Defne fi’l Arz’il- Mukaddeset-i min” babında, Sahihin ikinci cildinde ise “Vefat-u Musa” babında ve Müslim de Sahihinin ikinci cildinde; “Fezail-u Musa” babında tuhaf ve hurafi bir hadis nakletmişlerdir:

Ebu Hureyre’den söyle nakletmişlerdir:

“Ölüm meleği Hz. Musa’nın yanına gelerek; “Rabbinin davetini icabet et” dedi. Musa ölüm meleğinin gözüne bir tokat vurarak onun gözünü çıkardı. Melek Rabbine dönüp şöyle dedi: “Beni, ölmeyi istemeyen bir kuluna doğru gönderdin, o da vurup gözümü çıkardı.” Allah-u Teâla meleğin gözünü kendisine geri çevirip şöyle buyurdu: “Kulumun yanına dön ve de ki: Dünya hayatını mı istiyorsun? Öyleyse elini öküzün beline koy, eline ne kadar kıl çıkarsa onun sayısınca yaşayacaksın.”

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’inin ikinci cildine, Muhammed bin Cerir-i Taberi de kendi tarihinin birinci cildinde Hz. Musa’nın vefatını zikrederken mezkur hadisi az bir faklılıkla nakletmişlerdir. O da şu şekilde:

“Hz. Musa zamanında Melek’ul- Mevt (Azrail) kulların ruhunu almak için açık bir şekilde geliyordu, ama Hz. Musa yüzüne tokat vurarak gözü kör olduğu andan itibaren mahlukatın ruhunu almak için gizli bir şekilde geliyor.” -Çünkü cahil insanların sağ kalan gözünü de kör etmelerinden korkuyor! (mecliste olanların çoğunun kahkahayla gülmesi.)-

Şimdi siz beylerden insafla hüküm vermenizi istiyorum. Acaba sizin de kendinizi tutamayıp güldüğünüz bu haber (rivayet) saçma ve hurafe değil midir? Ben böyle saçma ve hurafi olan hadisi düşünmeden kaleme alan yazar ve ravilere hayret etmekteyim.
İnsaf, Basiret ve Mutluluğa Sebep Olur

Acaba Musa Kelimullah gibi ulu’l- azm bir peygamberin (el-ayazubillah) o kadar düşüncesiz ve katı kalpli olup Allah’ın emrine itaat etmesi yerine onun elçisinin gözünü kör edecek bir şekilde yüzüne sert bir tokat vurmasını hiç akıl sahibi bir kimse kabul eder mi?

Allah aşkına söyleyin bakalım, eğer bir kimse, Hafız efendiyi büyük bir şahsiyet davet etmişti fakat Hafız bey, elçinin davetini kabul edeceğine ona sert bir tokat vurarak gözünü kör etti derse, siz gülmez misiniz? Hafız bey, böyle bir söz bana iftiradır demez mi?...

Acaba katı yürekli cahil bir adam dahi böyle bir iş yapar mı? O zaman marifet ehli ulu’l- azm ve Kelimullah olan bir peygamber nasıl böyle bir iş yapabilir ve Allah’ın davet mesajını görmezlikten gelerek hiçbir suçu olmayan elçinin yüzüne tokat vurarak nasıl onu kör edebilir?

Peygamberlerin gönderilmesinden maksat insanları hidayet etmek ve onları hayvani hareketlerden sakındırmaktır. Marifet ehli olmayan cahil bir ferdin bile bir hayvana zulüm yapması çirkin olduğuna göre ulu’l azm olan bir peygamberin Allah’ın yakın meleği ve elçisine haşa zulüm yapması daha çirkin ve daha kötü olmaz mı?

Herkes böyle bir hadisin saçma ve iftira olduğunun farkındadır. Böyle saçma bir hadisi uyduranların amacı sırf peygamberlik makamına ihanet etmek veya toplumun yanında böyle büyük bir peygamberi küçültüp aşağılamaktır.

Ben (böyle saçma hadisleri uyduran) Ebu Hureyre gibi insanlara şaşırmıyorum; çünkü o kendi alimlerinizin yazdığına göre karnını Muaviye’nin yağlı ve tatlı sofrasından doyurması için hadisler uydurmuştur; hatta ikinci halife Ömer onu, hadis uydurduğundan dolayı sırtı kana boyanacak bir şekilde kırbaçlamıştır.

Ama benim şaşırdığım şu ki, büyük bir ilme sahip olan şahıslar nasıl olmuş da düşünmeksizin bu çeşit saçma ve uyduruk hadisleri kendi kitaplarında kaydetmişlerdir. Derken Hafız gibi diğer alimler de bu çeşit kitapları okuyup düşünmeksizin onları Kur’ân’dan sonra en sahih kitaplar olarak vurgulayıp durmuşlardır.

Bu çeşit saçma hadisler, sahih bildiğiniz kitaplarınızda olduğuna göre o zaman Şia kitaplarına ve onlarda yazılı olan hadislere itiraz etmeğe hakkınız yoktur. Konudan dışarı çıktığım için özür diliyorum; el kelamu yecurr’ul- kelam (söz sözü açar).

Dönelim asıl mevzua. Naklettiğiniz hadisin üzerinde biraz duralım, onun bir yorumunun olup olmadığına bakalım, şu açıktır ki her insaflı alim, sizin ve bizim kitaplarda mevcut olan bu çeşit müphem ve vahit olan hadislerle karşılaştığında onları senedi sahih olan binlerce hadislerle yorumlar, aksi takdirde bir kenara atar veya en azından onlara karşı susar. 

Ben bu zayıf aklımla o hadisin (Marifet Hadisi) hakkında şöyle düşünüyorum; O Hazretin mezkur sözü ya kelamcılar arasında meşhur olan kaideye yani “malul hakkında tam ilim sahibi olmak, illet hakkında tam ilim sahibi olmak demektir” kaidesine hamledilmiş veya “büyük veziri tanıyan kimse padişahı tanımıştır” sözü gibi mübalağaya hamledilmiştir. Buna örnek, İhlas suresinin nassı, Kuran’ın diğer ayetleri ve birçok hadislerdir.

Öyleyse diyebiliriz ki, bu hadisten maksat İmam’ı tanımak ve O’nu tanımanın en büyük ibadetlerden olmasıdır. Zira İmam (a.s) insan ve cinlerin yaratılış gayesi olmuştur. Camia Ziyareti’nde yer alan; “O’nlar Allah’ı tanımanın yolarıdır” sözünün manası da budur.

Diğer bir şekilde de mana etmek mümkündür. Nitekim araştırmacılar bu çeşit yerlerde şöyle mana etmişlerdir. Her fiilin failini, her binanın banisini (ustasını), o fiil ve binanın sağlamlığından anlamak mümkündür. Öyleyse her usta ve eseri, onun boyutlarının bir boyutuna kamil bir delildir. 

Resulullah (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyti (a.s) bütün yüce mevkilere sahip olduklarından dolayı O’nlardan daha sağlam bir eser ve O’nlardan daha kuşatıcı bir mahluk yoktur. Öyleyse Allah’ın marifetine, O’nlardan daha açık ve daha kuşatıcı bir yol olmamıştır. Allah’ın marifet yolları sadece O’nlar olabilmişlerdir.

Binaenaleyh O’nları tanıyan Allah’ı tanımıştır. Nitekim masum İmamların kendileri şöyle buyurmuştur: “Bizim vesilemizle Allah tanınır, bizim vesilemizle Allah’a ibadet edilir...” (Yani Allah’ın marifet ve ibadet yolu bizim elimizdedir.)

Velhasıl, Allah’ı (tam anlamıyla) tanımanın yolu bu şanı yüce ailedir. Eğer bu ailenin kılavuzluğu olmaksızın insanlar yolu bulmak isterlerse, dalalet vadisinde şaşkınlık içerisinde kalırlar; dalalet vadisinde kaybolanın da kılavuzsuz, mutluluk evine ulaşması imkansızdır. İşte bundan dolayı iki fırkanın (Şia ve Ehl-i sünnet) da ittifak ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.

“Ey insanlar! Ben aranızda iki değerli emanet bırakıyorum, (ihtiyaç duyduğunuz şeyleri) O’nlardan alırsanız kesinlikle sapıklığa düşmezsiniz; biri Allah’ın kitabı, diğeri ise İtretim olan Ehl-i Beytimdir.”

Hafız: Düzeltmeye çalıştığınız sadece bu hadis değildir, sizin dua kitaplarınızdaki bütün dualarınızda, şirk ve küfür eserleri göze çarpmaktadır. Örneğin Allah’a teveccüh etmeksizin İmamlardan hacetlerinizi talep ediyorsunuz, bunun kendisi şirkin en büyük delilidir.

Davetçi: Alicenabın, geçmiş atalarına uyarak böyle esassız sözleri söylemesi gerçekten insafsızlıktır. Ya ne buyurduğunuzun farkında değilsiniz veya şirkin manasına dikkat etmeden konuşuyorsunuz. Hakikatin ortaya çıkması için ilk önce şirk ve müşrikin manasını açıklamanız rica olunur.


Şia’yı Şirk İle Suçlama


Hafız: Konu o kadar açık ki izaha gerek yok sanırım. Allah-u Teâla’yı kabul edip Yine O’ndan başkasına yönelmenin şirk olduğu apaçık bir gerçektir. Müşrik, Allah’tan başkasına yönelip isteğini ondan talep eden kimsedir.

Görüldüğü kadarıyla Şia camiası asla Allah’a yönelmemektedir. Bütün dileklerini Allah’ın adı olmadan İmamlarından istiyorlar. Hatta Şia fakirleri, yollarda, evlerin kapılarına veya dükkanlara geldikleri zaman; “Ya Ali!”, “Ya Hüseyin!” “Ya garip İmam Rıza!”, “Ya Hazret-i Abbas” diyorlar.

Bir kere olsun “Ya Allah” dedikleri görülmemiştir. Bütün bunlar şirke, Şia toplumunun Allah’a yönelmediğine ve Allah’tan başkasına yöneldiklerinin delilidir.

Davetçi: Sözlerinizi neye yorayım bilmiyorum. Acaba inatçılık yüzünden, bildiğiniz halde kendinizi bilmezliğe vurmanıza mı, yoksa gerçeklere gereken dikkati göstermediğinize mi? Umarım inat ehli değilsinizdir.

Çünkü alim olmanın şartlarından birisi insaflı olmaktır. Hakkı bilen biri, kendi istek ve amacı uğruna hakkı zayi ederse, o kimse insaflı değil demektir. İnsafı olmayan alim de amelsiz alimdir. Resulullah (s.a.a) bir hadiste şöyle buyuruyor: “İlmiyle amel etmeyen, meyvesiz bir ağaç gibidir.”

Konuşmanızda defalarca şirk ve müşrik kelimelerini kullandınız. Boş ve asılsız delillerle Allah’ı bir bilen şiaları müşrik olarak tanıttınız. Bu gibi sözleriniz, bilinçsiz Ehl-i Sünnet kardeşlerin üzerinde tesir edip şiaları müşrik bilmelerine sebep olabilir (ki şimdiye kadar da kötü tesirini bırakmıştır).

Öte yandan burada bulunan şialar da bu sözlerinizden çok rahatsızdırlar. Size garazlı bir âlim ve iftiracı gözüyle bakıyorlar. Çünkü onlar inançlarının farkında olup sözlerinizin hiçbirinin kendilerinde olmadığını görüyorlar. Öyleyse sözlerinizde öyle cümleler kullanın ki hem hak belli olsun, hem de kalplerde size karşı ilgi doğsun.

Burada olan ve olmayan Ehl-i Sünnet kardeşlerin zihinlerinin aydınlanması için eğer izin verirseniz mecburen toplantımızın vaktini de göz önünde bulundurarak Allame Hilli, Muhakkik-i Tusi, Allame Meclisi gibi Şia’nın iftiharı ve dahileri olan büyük araştırmacı alim, fakih ve hekimlerinin ve Molla Sadra, Molla Nevruzi, Ali Taligani, Molla Hadi Sebzevari, 

Merhum Feyz-i Kaşani ve Feyyaz Lahicani gibi öteki hekim ve araştırma ehli olanların, Kur’ân’ın ayetleri, Eimme-i Athar (a.s)’ın yüce emirlerinden yola çıkarak şirk ve müşrik konusundaki itikatlarını arz edeceğim. Böylece burada bulunanlar zannetmesinler ki şirkin manası mugalata eden Hafız kardeşin buyurduğu gibidir.

Hafız: (Sinirli bir şekilde) Buyurun, buyurun.

Nevvab: (Saygılı bir şekilde) Mecliste âlim olmayanlar da olduğundan rica ediyorum sözleriniz oldukça sade olsun. Sadece alimleri göz önünde bulundurup cevaplarınızı onlara yönelik vermeyin. Özellikle Hind ve Peşaver’den olanlar lisan ehli olmadıklarından meclisin genelini göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Bu yüzden karmaşık ve zor konulardan kaçınmanızı temenni ediyorum.

Davetçi: Sayın Nevvab, hatırlatmalarınızı her zaman göz önünde bulunduruyorum. Yalnızca bu toplantıda değil, hangi toplantıda olursa olsun, sözlerimi alimlere değil, hep alim olmayan tabakaya karşı yöneltmek adetimdir. Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların nazil olması, gerçeklerden habersiz olan insanlar için değil midir? Gerçekler sade ve herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatılmalıdır. Bir hadiste Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu naklediliyor:

“Biz peygamberler, insanlarla akılları miktarınca konuşuruz.”

İsteğinizi daima göz önünde bulunduruyorum. İnşaallah bundan böyle daha çok dikkat ederim. Eğer gaflet edersem, rica ediyorum beni uyarın.

Şirkin Çeşitleri


Davetçi: Kur’ân’ın ayetleri, birçok alimin derin araştırmalarını, özellikle Sadr’ul- Müteellihin ve Fazıl Taligani’nin önemli açıklamalarından şirkin iki çeşit olduğu anlaşılmaktadır. Şirkin öteki kısımları da bu ikisinin kapsamına girmektedirler. Sözü geçen iki kısım şirk:

1- Açık olan şirk.


2- Gizli olan şirk.


Açık Olan Şirk


a) Zat’ta Şirk


İnsan Allah’a, zatında, sıfatlarında, fiillerinde veya ibadetlerinde ortak koşarsa bu açık şirktir.

Zatta şirk; uluhiyet, zat ve Allah’ın vahdaniyeti mertebesinde Allah’a şirk koşmak ve buna itiraf etmek demektir. Putperestler, nur ve zulmet (karanlık), Yezdan (Allah) ve Ehrimen (kötülük İlahi) gibi iki asl ve mebdeye (başlangıca) inanan Mecusiler buna güzel örnektirler.

Yine Hıristiyanlar, baba, oğul ve Ruh’ul- Kudüs olmak üzere Allah’ın zatı’nı üç kısma ayırmışlardır. Onlardan bazıları Ruh’ul- Kudüs’ün Meryem olduğunu söylüyorlar. Bu üçünün her birinin ayrı ayrı özellikleri olduğuna inanmaktadırlar. Bu üçü bir araya gelmezlerse, Allah’ın zatı da belirginleşmez diyorlar. Nitekim Allah-u Teâla da onların bu inancına, Mâide süresinin 73 ayetinde değinmiş ve onu reddetmiştir:

“Şüphe yok ki, “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur .”
Hıristiyanların Akaidi

Bu ayet Hıristiyanların Nesturiye, Milkaiye ve Yakubiye gibi fırkalarına aittir. Onlar da bu inançlarını putperestlerden ve Mecusîlerden almışlardır. Kısaca Hıristiyanlar da putperest ve Mecusiler gibi müşriktirler. Çünkü üç asl’a inanmaktadırlar.

Başka bir deyişle onlar uluhiyet‘in Allah, Meryem ve İsa’nın arasında ortak olduğunu söylüyorlar. Yine onlardan bazıları Allah, İsa ve Ruh’ul- Kudüs’ün ayrı-ayrı ilahlar olduğu inancıdadırlar. Diyorlar ki, başlangıçta ilahlar üç tane idiler: Baba, oğul ve Ruh’ul- Kudüs. Sonra bu üçü bir araya gelip Mesih oldular.

Şüphe yok ki, akli ve nakli delillere göre, bu anlamda böyle bir ittihat imkansız ve batıldır. Hatta Vacib’ul- Vücud’un zatı dışındaki varlıklar için bile imkansızdır. Bu nedenle yukarıda getirdiğimiz ayetin sonunda şöyle buyuruyor: “Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur.” Yani, bir olan Allah’tan başka ibadete layık hiçbir varlık yoktur. O halis vahdaniyetle vasıflıdır.

b)Sıfatlarda Şirk


Allah-u Teala’nın ilim, hikmet, kudret, hayat vb gibi sıfatlarını, kadim ve O’nun zatına zait (yani zatın dışında) bilmek sıfatlarda şirk anlamına gelmektedir. Ebu’l- Hasan Ali bin İsmail-i Eş’ari-yi Basri‘nin takipçileri olan Eş’arilerin itikadı böyledir.

Nitekim sizin büyük alimlerinizden Ali bin Ahmed bin Hazm ez-Zahiri “Fasl”ın dördüncü cüz’ünde, s. 207’de ve meşhur filozof Endülüslü İbn-i Rüşd “el- Keşf-u an Menahic’il- Edilleti fî Akaid’il- Milleti” kitabının 58. sayfasında Allah’ın sıfatlarının zait (zatından ilave) ve kadim olduğuna inandıklarını yazmışlardır.

Öyleyse, birisi Allah’ın sıfatlarını Onun yüce zatının dışında olduğunu kabul ediyorsa, yani Allah’ı alimiyet, kadiriyet, hikmet, hayat vb gibi sıfatlarla vasıflandırır ve bunları Allah Teâla’nın zatının kendisi olarak bilmezse müşriktir. Çünkü kadimlikte Onun için benzer ve eş edinmiş olur.

Halbuki Allah Teâla’nın zatının dışında hiçbir şey kadim değildir. Allah’ın sıfatları O’nun zatının kendisidir. Örneğin, şeker ve tatlılık, yağ ve yağlılık gibi; şekerden tatlılığı, yağdan da yağlılığı ayırmak mümkün değildir; tatlılık ve yağlılık, sonradan şeker ve yağın zatına katılan şeyler değillerdir. Allah Teâla daha başlangıçta onları tatlı ve yağlı olarak yaratmıştır. Şekerden tatlılığı, yağdan da yağlılığı alırsak artık o, yağ ve şeker olmayacaktır.

“İşte bunlar bir takım örneklerdir; onları insanlara gösterip durmadayız ve bilgi sahiplerinden başkaları anlamaz onları.”

Allah’ın sıfatlarının, O’nun zatından ilave olmadığını daha iyi anlayabilmek için misaller konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Allah yani “Alim,” yani “Hayy”, yani “Kadir”, yani “Hakim”... demektir.

c) Fiillerde Şirk


Hakikat ve manada Allah’ı bir bilmemek fiillerdeki şirktir. Yani, mahlukattan birini veya bir kaçını İlahi fiillerde müessir (etkin) ya da müessirin bir cüz’i olarak bilmek ya da işleri yaratıldıktan sonra halka tefviz edilmiş (devredilmiş) olarak bilmek şirktir. Yahudiler böyle bir inanca sahiptirler. Onlar diyorlar ki; “Allah, mahlukatı yarattı, sonrada işleri mahlukata devretti ve kendisi kenara çekildi.”

Nitekim Mâide süresinin 64. ayetinde Yahudiler kötülenerek şöyle buyurulmaktadır:

“Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler, elleri bağlandı ve söyledikleri söz yüzünden lanetlendiler.”

Kendilerine Müfevvize de denilen “Gulat müşrikler”, Allah’ın işleri İmamlara (a.s) devrettiğine ve O’nların yaratıp rızk verdiğine inanmaktadırlar.

Kim, hangi yolla olursa olsun, Allah’ın fiillerinde- ister müessirin cüz’i olsun, ister işleri enbiyaya, ümmetlere, İmamlara veya me’mumlara devredildiği şeklinde olsun- başkasını şerik bilmek kesinlikle şirktir.
d) İbadette Şirk

İbadette şirk ise şudur: İnsan ibadet ettiği zaman dış görünüşünü ya da kalbindeki niyetini Hak’tan (Allah’tan) başka yöne çevirmesine denir. Örneğin, namazı başkaları için kılmak ya da başkaları için adak adamak gibi niyete ait olan ibadetlerde niyetini Allah’tan başkasına çeviren müşriktir. Çünkü Kur’ân, Kehf suresinin 110. ayetinde böyle bir ameli (şirki) men ederek şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,artık iyi işlerde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.”

Amel ve ibadet edildiği zaman Allah’tan başkasına yönelilmemeli ve peygamberin, İmamın ya da mürşidin yüzü nazara alınmamalıdır. Yani namaz, oruç, hac, humus, zekat, adak vb. gibi farz veya sünnet ibadetlerin zahiri Allah için olur, ama kalpte ve batında Allah’tan başkasının dikkatini çekmek veya meşhur olmak için olursa bu şirktir.

Çünkü hadislerde, amelde riya etmenin küçük şirk olduğu beyan edilmiştir. Bir hadiste Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğu naklediliyor: “Küçük şirkten sakının!” Küçük şirkin ne olduğu soruluğunda ise şöyle buyurdu: “Riya ve şöhrettir.” [4]

Yine bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Sizin için koktuğum en kötü şey gizli şirktir. Gizli şirkten uzak durun. Çünkü ümmetimin içinde saklı olan şirk, karanlık gecede, siyah taşın üstünde yavaş yürüyen karıncadan daha gizlidir.”

Sonra şöyle buyurdular: “Kim namazında, orucunda riya (gösteriş) ederse müşriktir, kim sadakayı riya üzerine verir, hacca riya üzerine gider ve riya üzerine köle âzad ederse müşriktir.”

Hafız: Sizi kendi kendinizi ele verdiniz. Diyorsunuz ki insan, insan için adak adarsa müşriktir. Öyleyse siz şialar müşriksiniz. Çünkü İmamlara ya da İmam zadelere her zaman adak adıyorsunuz. Böyle bir adak Allah’tan başkası için olduğundan şirktir.