İmamet Konusu Üzerinde Tartışma

Davetçi: Sizlerin de bildiği gibi “İmam” kelimesinin birkaç manası var. Sözlükte “imam” rehber, önder manasına gelmektedir. Örneğin cemaat imamı dediğimizde, halkın namazdaki önderi manasınadır; halkın imamı dediğimizde yani halkın siyasi ya da başka işlerde önderi manasınadır; Cuma imamı dediğimizde de halkın Cuma namazındaki önderi manasınadır.
Ehl-i Sünnetin Dört Mezhebi Hakkında Bahsetme ve Gerçeğin Beyanı

Ehl-i Sünnetten olanlar kendi önderlerine imam diyorlar. Örneğin: İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed. Yani dini meselelerde onların önderleri olan fakih ve müçtehitler ki, helal ve haramı, içtihat ve kıyaslarla birbirinden ayırt etmişlerdir. Bundan dolayı da bu şahısların fıkhi kitaplarını okuduğumuzda birçok ihtilafa şahit olmaktayız.

Bu tip önderler bütün mezhep ve dinlerde vardır. Sizin imam olarak kabul ettiğiniz şahıslar Şia’da da fakih unvanıyla vardırlar. Bu şahıslar 12. İmam Hz. Mehdi (a.s)’ın gaybeti dönemindeki devirlerde kitap sünnet, akıl ve icmayı esas alarak fetvalar vermektedirler. Ama biz bu şahısları imam olarak adlandırmıyoruz.

Çünkü “İmamet” sadece Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olan 12 vasiye mahsustur. İçtihatta sizinle bizim aramızda bir fark vardır; o da şu ki, sizin büyükleriniz içtihat kapısını kapatmışlardır.

Hicri 5. asırda padişahların emri ve o günkü mevcut ulema ve fakihlerin kararıyla içtihat dört kişiye mahsus kılınmış ve dört mezhep yani Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri resmi mezhepler olarak kabul edilmiş; halk da bunlardan birini taklit etmeye mecbur kılınmıştır. İşte bu durum günümüze kadar devam etmektedir.

Taklit makamında da bu dört şahıstan birinin diğerlerine tercih edilmesine dair herhangi bir delil de yoktur. Yani Hanefi’nin Maliki’ye veya Şafii’nin Hanbeli’ye hangi hususiyetiyle üstün olduğu belli değildir. Eğer İslam ümmeti bu dört şahısın fetvalarının dışına çıkmamaya mecbur edilirse, büyük bir donukluk içine girer, gelişme ve ilerleme hiçbir şekilde bu ümmet için söz konusu olamaz.

Buna ilave olarak İslam dininin bir özelliği de bütün zamanlarda medeniyet kafilesiyle birlikte ilerlemesidir. Bu ilerleme her devirde İslam’ın genel çerçevesini korumak şartıyla bir grup içtihat ehlinin varlığını zorunlu kılıyor.

Birçok yeni meseleler var ki bu konularda ölmüş bir müçtehidi taklit etmek mümkün değildir. Bu tip durumlarda yaşayan bir müçtehide müracaat edip onun fetvasına göre amel etmek mecburiyetindeyiz. Siz Ehl-i Sünnet uleması arasında sonradan ilmi derecesi çok yüksek olan müçtehitler yetişti. Bu şahıslar ilmi olarak o dört kişiden daha yüksek makamlara sahiptirler.

Ben içtihat makamının hangi delile dayandırılarak istisnasız bir şekilde bu dört kişiye münhasır kılındığını ve diğer insanların ilmi haklarının ellerinden alındığını bilmiyorum. Ama Şia toplumunda bütün müçtehitler İmam-ı Zaman’ın zuhuruna kadar yaşam hakkına sahiptirler. Biz taklide ilk başlayan birisinin ölüye taklit etmesini asla câiz bilmiyoruz.

Dört Mezhebi Takip Etmenin Delili Yoktur


Acaba sizler, Hz. Peygamber (s.a.a)’in emriyle (bunun delileri sizin kendi kitaplarınız da açık bir şekilde nakledilmiştir) O Hazretin soyundan gelen 12 İmamı takip eden Şia’yı bidatçi ve ölü perest olarak mı biliyorsunuz? 

Oysa ki sizlerin hangi delillere dayanarak bütün Müslümanları usulde Eş'ari veya Mutezili’ye, füru da ise dört mezhepten birini takip etmeye mecbur ettiğiniz malum değildir.

Buna ilaveten, eğer birileri sizin o delilsiz iddialarınızı kabul etmez; Eş’ari ya da Mutezile’yi akaidde ve dört mezhepten birini de füruda takip etmezse, siz onu Rafızî, müşrik ve kanını helal biliyorsunuz.

Eğer bugün birileri; “Hz. Peygamber’den Ebu’l- Hasan Eş'ari’nin veya Ebu Hanife’nin, Malik İbn-i Enes’in, Muhammed bin İdris’in Şafii’nin ve Ahmed bin Hanbel’in takip edilmesi gerektiğine dair herhangi bir haber bize ulaşmamıştır, onlar sadece müçtehit ve fakihtiler ve içtihadı da onlara has kılmak bidattir!” derse nasıl cevap verirsiniz?

Hafız: Dört mezhep imamı fakihlik makamına yetiştiklerinden, ilim ve içtihadın yanında, emanet ve adalet ehli, takva, vera ve züht sahibi olduklarından onları takip etmek bizim için gereklidir.

Davetçi: Öncelikle sizin söyledikleriniz, kıyamet gününe kadar içtihadın bu şahıslara münhasır kılınmasına ve halkın da onları takip etmeye mecbur edilmesine delil olamaz. Ayrıca sizler yukarıda sıralanan özelliklerin bütün alimlerinizde olması gerektiğine inanıyorsunuz. Zaten böyle olmasaydı bu sonradan gelen alimlere hakaret olurdu.

Bir veya birkaç sahsın takip edilmeye mecbur edilmesi, Hz. Peygamber (s.a v)’den kesin bir emir geldiği takdirde makul olabilirdi. Oysa Hz. Peygamber’den sizin dört imamınız hakkında böyle bir emir ulaşmış değildir. Durum böyleyken siz mezhep sayısını nasıl dört ile sınırlar ve sadece onlardan birinin takipçisi olmayı hakkın ölçüsü sayarsınız?

Bu İlginç Olay İnsaflı Akıl Ehillerinin Dikkatine Değer

Çok gülünçtür ki siz birkaç gece önce Şia’nın Resulullah’ın döneminde var olmayıp Osman’ın döneminde oluşturulan siyasi bir fırka olduğunu ve taklit edilmesinin câiz olmadığını söylediniz. 

Bunun böyle olmadığını Şia mezhebinin Resulullah’ın mübarek emriyle kendi döneminde kurulduğunu iki gün önceki toplantıda akli ve nakli delillerle ispatladık. Bu mezhebin birinci İmamı ve reisi olan Hz. Ali bin Ebu Talib’i Hz. Peygamber efendimizin bizzat kendisi büyütmüş ve ilimleri de bizzat kendisi ona öğretmiştir.

Yine sizin muteber kitaplarınızda Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi ilmin kapısı olarak vasıflandırdığı, O’na yapılan itaatin kendisine yapılan itaat ve O’na yapılan muhalefetin kendisine yapılan muhalefet olduğunu yetmiş bin kişilik bir topluluğun huzurunda açıkladığı ve daha sonra da O’nu kendisinden sonraki halife ve İmam olarak tanıttığı ve bütün Müslümanlara, hatta Ömer ve Ebu Bekir’e bile O’na biat etmelerini emrettiği nakl olunmuştur.

Sizin dört mezhebiniz -Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli- hangi ameller üzerine kurulmuş ve dört imamınızdan hangi biri Resulullah’la görüşmüştür. Hz. Peygamber (s.a.a), onlardan hangi birisi hakkında bir emir veya tavsiyede bulunmuştur ki halk körü körüne onları takip etmeye mecbur olsun. Sizin kendiniz de delilsiz bir şekilde onları taklit ediyorsunuz. Onların mutlak imametlerine dair hiç bir delil yoktur.

Onlar hakkında söylenebilecek tek şey, ki sizin kendinizde buyurdunuz, alim fakih, zahit ve takva ehli oldular ve onların döneminde yaşayan halkın da onları taklit etmeleri gerektiğidir. Bu asla, bütün Müslümanların, kımayet gününe kadar onları taklit etmek zorunda olmaları manasına gelmez.

Bunlara ilave olarak, yukarıda zikredilen sıfatlar, Hz. Peygamber’den gelen kesin naslarla birlikte O’nun pâk Ehl-i Beyt’inde toplanmışken O’nları takip etmek mi daha doğrudur, yoksa kendileri hakkında bize, Hz. Peygamber’den hiçbir haberin ulaşmadığı şahıslar mı?

Acaba Hz. Peygamber (s.a.a)’in döneminde kendisinden hiçbir eserin olmadığı, hiçbir mezhep imamı hakkında Hz. Peygamber’den herhangi bir haberin bize ulaşmadığı ve Peygamber-i Ekrem’den bir asır sonra oluşturulan mezhepleri mi yapay ve siyasi olarak bilmeliyiz, yoksa temelleri Resulullah (s.a.a) tarafından atılan, 

ilk İmamı bizzat Resulullah tarafından yetiştirilen, diğer On bir İmamı hakkında bir bir isimleriyle birlikte Resulullah’dan düsturların ulaştığı ve Peygamber (s.a.a)’in, hadislerde O’nları Kuran’a eş kılarak ve “Sekaleyn” hadisinde:

“Kur’an ve Ehl-i Beyt’e sarılan, kurtuluşa ermiştir; Onlardan ayrılan ise helak olmuştur” diye buyurduğu, “Sefine” hadisinde de: “Onlardan (Ehl-i Beyt’ten) uzaklaşan helak olmuştur” diye bildirdiği mezhebi mi siyasi ve yapay bilmeliyiz?

İbn-i Hacer “Savaik” adlı kitabının 135. sayfasındaki “Vasiyyet’un Nebiy” bölümünde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Kur’ân ve Ehl-i Beyt’im sizin aranızda benim emanetimdir. Kim bu ikisine birlikte sarılırsa hiçbir zaman sapmaz.”

İbn-i Hacer burada diyor ki, bu hadisi teyit eden başka bir hadis de vardır; o da Resulullah’ın buyurduğu şu hadistir:

“Kur’ân ve Ehl-i Beyt’ten ne ileriye geçin ve ne de geriye kalın; yoksa helak olursunuz ve onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha alimdirler.”

İbn-i Hacer bu hadisleri naklettikten sonra görüşünü şöyle belirtiyor: “Bu hadisler Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin ilmi mertebe ve dini vazife açısından başkalarına oranla öncelik hakkına sahip olduklarına delildir.”

İlginç şu ki, İbn-i Hacer’in kendisi, Ehl-i Beyt’in diğerlerine oranla dini vazife ve ilmi meselelerde öncelik hakkına sahip olmalarına itiraf etmesine rağmen, usulde Ebu’l- Hasan Eş’ariyi ve füruda ise dört mezhep imamından birini taklit etmektedir!

Bunun tek nedeni, taassup ve inattır. Eğer sizin buyurduğunuz gibi imam ve fakihleriniz kendilerine itaat edilen ilim, takva, vera ve adalet ehli kimselerdilerse, o zaman neden onlardan bazıları diğer bazılarını fasıklık ve küfürle itham etmişlerdir?

Hafız: Çok insafsızlık ediyorsunuz ve ağzınıza her geleni söylüyorsunuz. Hatta bizim alimlerimize iftira ederek onların birbirlerini mürtetlik, fasıklık ve küfürle itham etme noktasına geldiklerini iddia ettiniz. 

Bu söyledikleriniz tam bir yalandır. Eğer Ehl-i Sünnet uleması hakkında bir takım reddiyeler ve eleştiriler yapılmışsa da Şia uleması tarafından yapılmıştır. Bizim ulemamız, birbirleri hakkında kendi makamlarına layık olan övgü ve tazimden başka bir beyanda bulunmamışlardır.

Davetçi: Anlaşılan alicenabınız, kendi alimlerinizin muteber kitaplarında yazılanlardan habersiz veya bilerek yanlışlık yapıyor. Yani biliyorsunuz; ama aldatmaya çalışıyorsunuz.

Aksi takdirde sizin büyük alimlerinizden bir çoğu, birbirlerinin kitaplarına reddiyeler yazmışlardır. Hatta dört mezhep imamlarınızdan bazıları da birbirlerini fasıklık ve küfürle itham etmişlerdir.

Hafız: O halde buyurunuz ki, bu söyledikleriniz, hangi alimlerin hangi kitaplarında yazılıdır. Eğer aklınızda olan varsa beyan ediniz.

Davetçi: Ebu Hanife ve İbn-i Hazm’ın ashabı (takipçileri) ve daha niceleri, sürekli olarak imam Malik ve imam Şafii’ye dokunmuş ve ayıplarını söylemişlerdir. Aynı şekilde imam Şafii’nin ashabından olan imam Haremeyn ve imam Gazali ve diğerleri, 

Ebu Hanife ve imam Malike dokunmuş ve ayıplarını zikretmişlerdir. Şimdi alicenabınıza soruyorum; “İmam Şafii, Muhammed bin Gazali ve Carullah Zemahşeri nasıl insanlardı?”

Hafız: Seçkin alim ve fakihlerinden olup aynı zamanda cemaatın imamlarındandırlar.

Davetçi: İmam Şafii, Ebu Hanife hakkında şöyle söylüyor: “Müslümanlar arasında Ebu Hanife’den daha uğursuz birisi dünyaya gelmemiştir.”

Yine başka bir yerde şöyle söylüyor: “Ebu Hanife’nin ashabından olan şahısların kitaplarına baktım ve onların içerisinde Allah’ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine aykırı olan 130 sayfa gördüm.”

Ebu Hamid Gazali “Menhul’un- fi İlm’il Usul” adlı kitabında şöyle söylüyor: “Ebu Hanife şeriatın altını üstüne getirerek onu perişan etti, şeriatın yolunu değiştirdi ve şeriatın bütün kanunlarını, icat ettiği bir takım asıllarla (kaidelerle) viran etti.

Herkes böyle bir işi kasıtlı ve yaptığının bilincinde olduğu halde helal bilerek yapar ve yaptığı işi de helal bilirse kafidir. Herkes böyle bir işi helal bilmeyerek yaparsa fasıktır.”

Gazali bu konuda Ebu Hanife’yi yeren ve onu fıskla suçlayan bir takım sözler yazmıştır. Ama ben onları nakletmek istemiyorum.

Sizin büyük alimlerinizden olan “Keşşaf Tefsiri”nin yazarı Zemahşeri “Rabi’ul- Ebrar” kitabında şöyle yazmıştır; Yusuf bin Ebsat diyor ki; “Ebu Hanife Hz. Peygamber’in hadisleriyle çelişen dört yüzden fazla hadis nakletmiştir.”

Yine Ebu Yusuf diyor ki; Ebu Hanife şöyle buyurdu: “Peygamber beni görseydi, benim söylediklerime tabi olurdu!”

Ebu Hanife’yi yeren birçok sözler sizin büyük alimlerinizin kitaplarında mevcuttur. Ebu Hanife veya diğer üç mezhep imamları hakkında Gazalinin “Menhul” kitabına, Şafii'nin “Nuket’uş- Şerife” kitabına, Zemahşeri’nin “

Rabi’ul- Ebrar”ına ve İbn-i Cevzi’nin “Müntezam” kitabına müracaat edebilirsiniz. Hatta Gazali “Menhul” kitabında daha ileri giderek diyor ki; “Ebu Hanife’nin sözlerinde birçok hata vardır. O hadis, lügat ve nahiv ilimlerini de bilmiyordu.”

Yine o şöyle yazmış: “Ebu Hanife (Kur’ân’dan sonra dinin esas ve temeli olan) hadis ilmini bilmediğinden dolayı kıyasa baş vuruyordu. Oysa kıyasla ilk amel eden şeytandı.” (Öyleyse kim kıyasla amel ederse, şeytanla haşır olacaktır.)

İbn-i Cevzi “Müntezam” kitabında şöyle diyor: “Herkes Ebu Hanife’nin hataları konusunda ittifak etmiştir. Ama onu hatalarından dolayı suçlayanlar üç gruba ayrılmaktadır.

Bir grup onu Usul-u Akait’te sabit bir görüşe sahip olmadığından dolayı suçluyor. Bir grup onu hadis ilminde kuvvetli bir hafızaya sahip olmadığından dolayı suçluyor. Diğer bir grup ise onu kendi reyi ve kıyas ile amel ettiğinden dolayı suçluyor. Onun bazı reyleri sahih hadislerin aksinedir.”

Sizin mezkur imamlarınız hakkında kendi alimlerinizce yapılmış bu tip yerme ve suçlamalar çoktur. Ama şu anda onları söylemenin vakti değil. Aslında ben bu konuya girmek istememiştim. 

Ama siz benim ağzıma her geleni söylediğimi ve Sünni ulema ve imamlarına isnat edilen suçlamaların sadece Şia uleması tarafından yapıldığını söylediğinizde, yaptığınız bu eleştirinin yersiz olduğunu anlatabilmek için bu konuya girdim. Sizin eleştiriniz mantıksızdı. Benim cevabımsa ilim, akıl ve mantıkla mutabık olmakla beraber taassuptan da uzaktı.

Şia ulemasının sizin mezhep imamları hakkında yaptığı eleştiriler, sizin kendi alimlerinizin yaptığından farklı değildir. Ama bizim Şia uleması, 12 İmamızın mukaddes makamları hakkında, sizin kendi ulemanızın arasında olan ihtilafların tersine en ufak bir ihtilafa sahip değillerdir. 

Çünkü biz, İmamlarımızın hepsini aynı mektebin öğrencileri olarak biliyoruz ve onların hepsine ulaşan ilahi feyizler aynıydı. Onların hepsi, Hz. Peygambere indirilen dinin emirleriyle amel etmişlerdir. Onlar İslam hakkında kendilerine has görüş ve fikirlere sahip değillerdi. Çünkü O’nlar İslam’ı Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdi.

Bundan dolayı da O’nların arasında hiçbir ihtilaf söz konusu değildi. Çünkü O’nlar, lügatte önder manasında olan imamlar değillerdi, (Resulullah tarafından tayin edilen) gerçek İmamlardır.
İmamet, Şia Akidesine Göre Ulvi Bir İlahi Makamdır

İmamet, ulemanın İlm-i Kelam ıstılahlarında beyan ettikleri gibi ilahi bir makam olup Usul-u dindendir. Bizim akidemizde İmamet, İlahi bir makam olup Resulullah (s.a.a) tarafından onaylanan, din ve dünya işlerinde kendisine uyulması farz olan genel yöneticiliktir.

Şeyh: İmamet’in usul-u dinden olduğuna dair kesin deliller getirseydiniz iyi olurdu. Çünkü büyük İslam alimleri İmamet’i Usul-u Din’den değil Füru-u Din’den saymışlardır ve Şia uleması delilsiz bir şekilde İmamet’i Usul-u Din’in bir parçası olarak zikretmişlerdir.

Davetçi: Bu beyan sadece Şia’ya ait değildir. Sizin büyük alimlerinizden bazıları da İmamet’in Usul-u dinden olduğu inancına sahiptirler. Örneğin sizin büyük ve tanınmış müfessirlerinizden Kadı Beyzavi “Minhac’ul- Usul” adlı kitabının “Ahbar” bahsi bölümünde açık bir şekilde şöyle beyan ediyor:

“İmamet, Usul-u Din’in en önemli meselelerindendir ve bunun reddi küfür ve bidate sebep olur.”

Molla Ali Kuşçi “Şerh’ut- Tecrit” kitabının İmamet bölümünde şöyle diyor:

“İmamet, Peygamber’den hilâfet yoluyla, din ve dünya işleri hususunda genel bir riyasettir (yöneticilik makamıdır).”

Yine sizin en mutaassıp alimlerinizden Kadı Ruzbehan İmametin Resulullah (s.a.a)’in halifeliği unvanıyla ümmetin yöneticiliği, Resulullah’ın niyabet ve hilafeti makamı olduğunu şu şekilde beyan ediyor:

“İmamet, Eş’ariye göre, dinin ayakta tutulması ve İslam milletinin korunması hususunda Resulullah’ın hilafetidir; öyle ki, bütün ümmetin ona uyması gerekir.”

Eğer İmamet Füru-u Din’den olsaydı Resul-ü Ekrem (s.a.a) İmamını tanımadan ölenin cahiliye üzerine öldüğünü buyurmazdı. Sizin büyük alimlerinizden Hamidi “el- Cem’u Beyn’es- Sahihayn” adlı kitabında, molla Said Taftazani “Akaid-i Nesefi”nin şerhinde ve daha birçokları Hz. Peygamber’den şu hadisi nakletmişlerdir: “Kim zamanının İmamını tanımadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüştür.”

Dinin cüz’i meselelerinden birini bilmemek, cahiliye ölümüyle ölmeye sebep olmaz. Zira Beyzavi; “İmamete muhalefet etmek, küfür ve bidate sebep olur” diyor.

Netice itibarıyla İmamet Usul-u dinden olup nübüvvet makamının tamamlayıcısıdır. Bundan dolayı İmamet’in sözlük manasıyla ıstılahı manası arasında çok büyük fark vardır.

Siz ki kendi alimlerinizi imam biliyorsunuz ve diyorsunuz ki; İmam-ı A’zam, imam Malik, imam Şafii, imam Ahmed bin Hanbel, imam Fahri Razi, imam Sa’lebi, imam Gazali ve diğerleri, burada kullanılan imam lafızları, İmametin sözlük (lügat) manasıdır ve biz de İmam kelimesini bu manada da kullanıyoruz. Cemaat imamı veya Cuma imamı tabirleri bunun örnekleridir.

Eğer İmam bu manasıyla kullanılırsa, yüzlerce imamın aynı zamanda yaşaması mümkündür. Ama İmam, daha önce de arz ettiğimiz gibi Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin genel reisi (yöneticisi) manasınadır; her zamanda sadece bir kişi İmam (yönetici)

olabilir ve bu İmam, güzel bütün ahlaki sıfatların yanında herkesten daha alim, daha cesur, daha takvalı ve en önemlisi masum olmasıdır. Kıyamet gününe kadar yeryüzü hiçbir zaman böyle bir İmamın vücudundan yoksun kalmayacaktır.

Açıktır ki bu şekilde insanlığın bütün kemalleri vücudunda toplanmış bir İmamın makamı, manevi makamların en üstünüdür. Böyle bir İmam Allah Teala tarafından atanmalı ve Peygamber (s.a.a) tarafından da halka tebliğ edilmelidir. Bu özelliğe sahip olan bir şahısın (İmamın) makamı, bütün mahlûkattan, hatta peygamberlerden dahi büyük ve yücedir.

Hafız: Siz bir taraftan Gulat’ı kınıyorsunuz, diğer taraftan da kendiniz İmamlar hakkında guluv ediyorsunuz; O’nların makamını peygamberlerden üstün biliyorsunuz. 

Oysa ki akli delillere ilave olarak Kur’ân-ı Kerim de, açık bir şekilde enbiyanın makamını en yüksek makam olarak tanıtmıştır ve vacip ile mümkün arasındaki en yüksek makam enbiyanın makamıdır. Sizin bu iddianız, delilsiz bir iddia olduğundan dolayı zorlama olup kabul edilmesi mümkün değildir.
İmamet Makamı, Nübüvvet-i Ammeden Daha Üstündür

Davetçi: Ali cenabınız, iddianın delilini sormadan benim delilsiz konuştuğumu buyurdunuz. En büyük delil Kuran’ın kendisidir. Bakara suresinde Allah’ın Halili olan Hz. İbrahim’in kıssasında, üç büyük imtihan (can, mal, evlat)’dan sonra -ki bu bütün tefsirlerce kabul edilmiş ve ispatlanmıştır- Allah-u Teâla bu büyük makamı O’na lütfetmişti. 

Allah-u Teâla Hz. İbrahim’e nübüvvet, risalet, ulu'l- azm’lık ve halillik makamından daha üstün olan bu makamı vermiştir. Eğer bu makam onlardan daha üstün olmasaydı bu makamın terfi unvanıyla verilmesinin manası olmazdı. Allah-u Teâla Bakara suresinin 124. ayetinde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’e şöyle haber vermektedir.

“Hani Rabbi İbrahim’i bazı sözlerle sınadı. O da bunları yerine getirdi. (o zaman Allah Teala İbrahim’e:) ‘Ben seni insanlara İmam kılacağım.’ İbrahim, ‘Soyumdan olanları da İmam kıl’ dediğinde (Allah:) Zalimler benim ahdime erişemez dedi.”

Bu ayet-i şerifeden bir takım sonuçlar ortaya çıkmaktadır; onlardan birisi de İmamet makamının ispatıdır. Bu makam nübüvvet makamından daha üstündür. Çünkü Allah Teala İmamet makamını nübüvvet makamından sonra Hz. İbrahim’e verdi. Yukarıdaki delillerden alınan netice İmamet makamının nübüvvet makamından üstün oluşudur

Hafız: Sizin bu sözlerinize göre, İmam olarak kabul ettiğiniz Ali’nin (k.v) makamı, Peygamber efendimizden daha üstündür. Bunun ise Gulat’ın akidesi olduğunu kendiniz söylemiştiniz.

Davetçi: Nübüvvetten kastımız sizin tabir ettiğiniz kısım değildir. Siniz kendiniz de biliyorsunuz ki “nübüvvet-i amme” (genel nübüvvet) ile “nübüvvet-i hasse” (özel nübüvvet) arasında çok büyük fark vardır. İmamet makamı nübüvvet-i amme’den üstündür. Ama nübüvvet-i hasse’den aşağıdır. Peygamberimizin yüce makamı da nübüvvet-i hasse makamıydı.

Nevvab: Ara sıra sohbetin arasına girdiğim için beni bağışlayın. Ama ne yapayım aceleci ve unutkan bir yapım var. Bundan dolayı cesaret ediyorum. Söyler misiniz, bütün peygamberler Allah tarafından gönderilmiş ve aynı makama sahip insanlar değiller miydi? Nitekim Kur’ân bu konuda şöyle buyuruyor:

“O’nun peygamberleri arasında hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.”[1]

Öyleyse siz neden nübüvveti “Âmme ve Hasse”diye iki kısma ayırdınız?

Davetçi: Sizin delil olarak getirdiğiniz ayet kendi yerinde doğrudur. Bütün peygamberlerin peygamberliklerindeki hedef, halkı terbiye etmeleri ve onları mebde ve maada davet etmeleridir. Bu açıdan bütün peygamberler eşittirler. Ama fazilet kemal, peygamberlik etme şekilleri, derece ve rütbeleri açısından birbirlerinden farklıdırlar.
Peygamberlerin Mertebelerindeki Farklılık

Acaba bin kişi için peygamberlik yapmak üzere seçilen bir peygamberle, bütün insanlığa peygamberlik yapmak üzere seçilen peygamber bir midir? Misal arz edecek olursak, acaba ilk okul birinci sınıfı okutan öğretmenle, altıncı sınıfı (orta biri) okutan öğretmen veya lisede ders veren bir öğretmenle üniversite profesörü bir midirler?

Göreve getirdikleri bakanlık ve belli toplulukları yetiştirip terbiye etme açısından bakarsanız hepsi birdirler. Ama bildikleri ve ilmi kariyerleri açısından bakarsanız kesinlikle eşit değillerdir. Her birisi sahip olduğu ilim, fazilet ve görev yaptıkları yer itibariyle birbirlerinden farklı derecelere sahiptirler.

Peygamberler de davet etme makamı açısından eşittirler. Ama makam ve bilgi açısından farklıdırlar. Aynı surenin başka bir ayetinde Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“O peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık. Onlardan Allah’ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerini yükselttiği vardır.”[2]

Sizin büyük müfessirlerinizden olan Zemahşeri “Keşşaf” tefsirinde şöyle diyor: “ayetteki bazı peygamberden kasıt, bizim peygamberimizdir. Sahip olduğu fazilet hususiyetleri diğer peygamberlere oranla çok fazlaydı; bunların en önemlisi “Hatemiyet” makamıydı.

Nevvab: Bu muammanın çözümünü buyurduğunuz için çok mutluyuz. Biraz konunun dışında olmasına rağmen, ben diğer arkadaşların da izniyle sizden bir soru daha sormak istiyorum. Acaba nübüvvet-i hasse’nin özelliklerini kısa ve sade bir şekilde bize beyan eder misiniz?

Yıllardır hep bu soruyu ulemadan sormayı arzu etmişimdir. Ama işlerin çokluğu ve unutkanlık nedeniyle bir türlü fırsat bulamamışımdır. Onun için şu anda fırsattan istifade etmek istiyorum.

Davetçi: Nübüvvet-i hasse’nin özellikleri ve bu babdaki deliller oldukça çoktur. Acaba nasıl olur da bütün enbiyanın arasından kamil bir şahıs nübüvvet-i hasse makamına sahip olabilir? sorusuna verilecek cevaplar çoktur. Ama pak Müslümanlar tarafından teşkil olunan bu oturum nübüvvet-i hasse makamının ispatı için oluşturulmuş değildir.

Eğer bu konuya girmeye kalkışırsak, asıl konumuz olan İmamet meselesinden geri kalmış olacağız ve bu konu vaktimizi de almış olacaktır. Ama sizin isteğinizi reddetmemek için “ma la yudreku kulluh, la yutreku kulluh” (hepsi elde edilmeyen şeyin, tümü terk edilmez) sözü gereğince, kısa bir şekilde ve lazım olduğu kadarıyla bu konuya deyinmeye çalışacağım.