Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar’ın Makamı

Bunlara ilave siz, Hz. Peygamber’in ashabının amelini hüccet biliyorsunuz ve O Hazretten şöyle bir hadis naklediyorsunuz:

“Şüphesiz ashabım yıldızlar gibidir, hangisine iktida ederseniz (uyarsanız) hidayet olursunuz.”

Ebu’l- Fida, kendi tarihinde; “Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan bu dört kişi “Sakife-i Beni Saide”de Ali’yle birlikte Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar.” diye yazmamış mıdır? Öyleyse neden onların amelini ve biatten kaçınmalarını hüccet bilmiyorsunuz? 

Oysa ki kendi alimleriniz onların Allah’ın ve Peygamber’in dostu olduklarını yazmışlardır. Biz de Hz. Ali’nin takipçileri olarak onlara uyuyoruz ve kendi hadisinizin hükmüyle doğru yolu bulmuş oluyoruz.

Beylerin müsaadesiyle vaktimizi göz önünde bulundurarak sizlere birkaç hadis nakletmek istiyorum:

Hafız Ebu Naim-i İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da (c.1, s. 172’de) ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrike”de Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki kırk hadisin beşinci hadisinde Tirmizi’den ve Hakim de Bureyde’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah-u Teala dört kişiyi sevmeyi bana emretmiştir ve onları sevdiğini de bana bildirmiştir.”

Ya Resulellah! O dört kişi kimlerdir? dediklerinde; “Ali bin Ebi Talip Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

İbn-i Hacer 33. hadiste Tirmizi’den ve Hakim Enes bin Malik’ten Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Cennet üç kişiye özlem duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman.”

Acaba Allah’ın, Peygamber’in ve cennet ehlinin mahbubu olan Resulullah’ın has ashabının amel ve tavırları senet değil midir; Müslümanların onları kabul edecek ve onlara önem verecek derecede hücciyetleri yok mudur? 

Acaba sizin görüşünüzde sadece “Sakife” oyunuyla muvafakat eden bazı grupların ashap sayılması ve Resulullah (s.a.a)’in Sakife ehlinin niyetlerine muhalefet eden diğer tertemiz sahabesinin itibar derecesinden düşüp etkisiz kalması utanç verici değil midir?

Binaenaleyh naklettiğiniz hadisi mutlak bir şekilde söylemeseydiniz bu çıkmaza düşmemeniz ve bizi de hidayet dairesinden çıkarmamanız için; “Ashabımdan bazısı yıldızlar gibidir.” demiş olsaydınız daha iyi olurdu.
İranlıların Hulefa, Diyaleme, Gazan Han ve Hudabende Şahın Zamanında Şia Olmalarının Sebebi

Ama “Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Mecusi İranlılar siyasette Arapların sultası ve saltanatından kaçmak için onu kabul etmişlerdir” sözünüze gelince; teveccüh ve dikkat etmeksiniz atalarınıza uyarak onların yanlış sözlerini beyan ettiniz.

Çünkü önceden Şia’nın İslami bir mezhep olduğunu ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in Allah’ın emriyle ümmetin önüne bıraktığı bir yol olduğunu sabit ettik. Biz O Hazretin emrine göre Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve tertemiz Ehl-i Beyti’ne(selamullah-i aleyhim ecmain) uyuruz, bize verilen düstura uygun amel ediyoruz ve kendimizi hak bildiğimizden naci ( kurtuluşa eren) olduğumuza inanıyoruz.

Resulullah (s.a.a)’in en küçük bir düsturu olmaksızın Sakife komplosunu düzenleyenler politikacı kimselerdi; Hz. Peygamber’in (s.a.a) düsturu gereğince her şeyden tertemiz Ehl-i Beyt’e uyan kimseler değildi. 

Çünkü Ehl-i Beyt’e uymak için O Hazretin bizzat kendisinden düsturlar vardır ve sizin güvenilir kitaplarınızda da zikr olunmuştur. Ama Sakife ve Sakife ehline uymak hususunda kesinlikle hiçbir düstur ( O Hazret tarafından) sadır olamamıştır.

İranlıların, Emir’ul- Muminin Ali ve mutahhar Ehl-i Beyti’nin velayet makamlarına teveccüh etmelerine gelince, Ehl-i Sünnet’ten olan beyler, inat ve taassup üzere veya düşünmeden ve hiçbir tahkikte bulunmadan halefen an selef (geçmiş atalarının adetine uyarak) hüküm vermişlerdir.

Böylece Ehl-i Sünnet’le muaşeret eden ve (sadece) onların kitaplarına bakan diğer yazarlar da yanlışlığa kapılmışlardır. Şöyle meşhur bir ata sözü vardır: “Tek başlarına hakimin yanına gidip sevinçle döndüler.” Bunlar İranlıların, siyaset gereği hak olan Şia mezhebini seçtiklerini sanmışlardır.

Gerçekten İranlıların Emir’ul- Muminin Ali’ye ve O Hazretin Ehl-i Beyti’ne olan ilgi ve sevgilerinin asıl nedenini, adet ve taassuptan uzak durarak öğrenmek istememişlerdir veya derin bir şekilde düşünüp dikkat etmemişlerdir.

Eğer birazcık düşünüp dikkat etseydiler; hakikate çabuk ulaşırlardı; eğer bir kimse veya bir toplum bir işi siyaset gereği yapmış olursa, o iş geçicidir; netice alıp hedefe ulaştıktan sonra geldikleri aynı yoldan geri dönerler; artık bin yıl o akide üzerinde sabit kalmaz ve o yol uğruda canlarını vermez, Şia sancağını kanlarıyla korumaz ve “la ilahe illallah Muhammed’un Resulullah”dan sonra “Aliyyen veliyyullah” kelimesini söyleyerek iftihar etmezler.

Şimdi beylerin müsaadesiyle tarihin aydınlığa kavuşması için, onların siyaset icabı kendilerini Şia göstermediklerini, hakikat, delil, burhan ve kalpten kaynaklanan sevgi üzere hak olan Şia mezhebini seçip kabul ettiklerini bilmeniz için, bütün milletler arasında İranlıların Hz. Ali’ye ve mutahhar Ehl-i Beytine olan sevgilerinin asıl sebebini kısaca huzurunuza arz ediyorum:

Evvela İranlıların akıl ve zekaları; cehalet, adet ve taassubun onlara mani olmamasını, aynı zamanda hak ve hakikati çabuk idrak edip canı gönülle onu kabullenmelerini gerekli bilmiştir.

Nitekim Müslüman Arapların eliyle İran’ın feth edilmesinden sonra Müslümanların onlara tanıdıkları tam bir özgürlükle mukaddes İslam dinini kabul etmelerinde hiçbir icbar ve zorlama olmaksızın Müslümanlarla muaşeret eder etmez dakik bir araştırma ile İslam’ın hak olduğunu anlayıp kaç bin yıllık ateş perestlik ve Mecusiyet dininin batıl olduğunu teşhis ederek tam bir istekle, iki tanrıya (Ehrimen ve Yezdan) olan inançtan yüz çevirip İslam dinini kabul ettiler.

Böylece hakkaniyeti sabit eden delilleri Şia mezhebinde yani Hz. Ali (a.s)’ı takip etmekte görünce akıl ve bilgi üzere ona uydular.

Buyruğunuzun ve dar düşünceli yazarlardan çoğunun iddialarının hilafına, İranlıların velayet makamına olan bağlılıkları ve onların Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a olan sevgileri Harun ve Memun’un hilafeti döneminde olmamıştır; bu sevgi Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendi zamanında insanların kalbine yerleşmiştir.

Çünkü her İranlı Medine’ye gelip Müslüman olduğunda sahip oldukları özel bilinç ve zekiliklerinden dolayı hak ve hakikati Hz. Ali (a.s)’da görüyorlardı. İşte bunun için Resulullah’ın emir ve kılavuzluğuyla O Hazretin velayetinin sağlam ipine sarılıyorlardı.

İmanın bütün derecelerine sahip olan Selman onların başında yer almıştı; her iki fırkanın naklettiğine göre Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Selman biz Ehl-i Beyt’tendir.”

İlk evvelden “Selman-ı Muhammedi” lakabıyla meşhur oldu. İşte bu Selman halis şialardan, O Hazretin velayetine ilgi gösterenlerden ve Sakife olayına karşı ciddi bir şekilde muhalif olanlardandı; kendi kitaplarınızda nakl olan hadisin hükmü gereğince ona uymak hidayet yoluna tabi olmaktır.

Selman-ı Farisî’nin öyle halis Şia olmasının sebebi, Hz. Ali’nin hakkındaki duyduğu ayet ve Resulullah’ın sözlerinden dolayı idi. Çünkü defalarca Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duyuyordu:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir; bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir; Ali’ye muhalefet eden bana muhalefet etmiştir; bana muhalefet eden Allah’a muhalefet etmiştir.”

Resulullah (s.a.a)’in zamanında ve O’ndan sonraki zamanlarda Medine’ye gidip Müslüman olan her İranlı O Hazretin itaat ve safında yer alıyordu.

Bundan dolayı ikinci halife çok sinirlenip onlar için bazı sınırlar koydu. İşte bu sınır ve baskılar, onların kalbinde bazı adavet ve kinler doğurdu ve halifenin Resulullah’ın düstur ve davranışına aykırı olarak onları kovmasından ve İslami haklardan men etmesinden dolayı çok üzüldüler.

Bunlara ilave olarak, her şeyden daha fazla İranlıları, Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyti’nin mukaddes makamına yönlendiren, O Hazretin hakkında genişçe tahkik yapmalarına ve gönüllerinde ona karşı muhabbet beslemelerine sebep olan şey, Emir’ul- Muminin Hz. Ali ((a.s)’ın İranlı esir şehzâdeleri savunup koruması olmuştur.

Medain (Tisfun) esirlerini Medine’ye getirdiklerinde ikinci halife, esir olan bütün kadınları Müslümanlara cariye olarak verilmesini emretti, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) bu işe mani olup şöyle buyurdu:

“Şehzâdeler müstesna (ayrıcalıklı) ve muhteremdirler, İran şahı Yezdgerd’in iki kızı esirler arasındadır, onlar cariye verilmez.”

İkinci halife; “Öyleyse ne yapılması gerekir? dediğinde Hz. Ali buyurdular ki:

“Emret ayağa kalksınlar ve Müslümanlardan istedikleri şahsı, özgür olarak kendilerine eş kabul etsinler.”

İşte Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine kalkıp sahabeleri gözden geçirdiler, “Şah-ı Zenan” Hazretin elinin altında terbiye gören ve eğitilen Muhammed bin Ebu Bekir’i seçti; “Şehribanu” da Resulullah’ın torunu İmam Hüseyin (a.s)’ı seçti; bunlar şer’i bir nikahla onların evine gittiler.

Allah-u Teala, Şah-ı Zenan’dan Muhammed’e bir evlat verdi (İmam Cafer Sadık’ın annesi olan Ümmü Ferve’nin babası Kasım-ı Fakihi); Şehribanu’dan da İmam Zeyn’ül- Abidin’i İmam Hüseyin’e bağışladı.

Bu haber ve Hz. Ali (a.s)’ın şehzâdeleri koruması meselesi İranlılara ulaştığında, O Hazrete özel bir ilgi duydular; duydukları bu ilgi O’nun hakkında derin bir şekilde tahkik yapmalarına sebep oldu.

Özellikle İran Müslümanların eliyle feth edildikten sonra Müslümanlarla yakından temasta bulunmaları sonucu O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını, ispat edici delillerle öğrenmiş oldular ve kalpten O’na bağlandılar. Mani ve engeller ortadan kalktığında, durumlar müsait olduğunda, kendi inanç ve akidelerini açıkça söyleyip mezheplerini aşikar ettiler.

Binaenaleyh akidenin ortaya çıkışı ve mezhep özgürlüğü, Harun ve Memun’un zamanı ve Safevilerin saltanat dönemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Safevilerin saltanat döneminden yedi yüz yıl önce, hak olan Şia mezhebi İran’da zuhur etmiştir; yani hicri dördüncü asırda, İran’da yönetim Diyaleme-i Âl-i Buye’ye devredildiğinde, o bu hakikatin üzerinden perdeyi kaldırdı, böylece İranlılar tam bir özgürlüğe kavuştu ve kalplerinde saklı olan mezhebi aşikar ettiler.
Moğolların Döneminde Şia’nın Zuhuru

Hicri 694’te İran’ın saltanatı (islami ismi Mahmut olan) Ğazanhan Moğol’a ulaştı. Ehl-i Beyte özel bir ilgi duyduğundan dolayı Şia mezhebi onun zamanında daha da yaygınlaştı. Onun vefatından sonra da H. 707’de saltanat Ğazanhan’ın kardeşi Ciyatu’ya (yani Muhammet şah Hudabende’e) geçti.