Bazı rivayette ise; “Hepsi de Haşim oğullarındandır.” diye yer almıştır

Süleyman Belhi Yenabi, s. 446’da ise bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifelerin on iki kişi olduğu hususunda birçok meşhur hadis vardır. Peygamber (s.a.a)’in kendinden sonraki halifeleri tayin etmekten maksadı da Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır.

Bu hadisler diğer sahabilerden olan halifelere tatbik etmez. Zira Peygamber (s.a.a) on iki kişi olduğunu belirtmiştir. Halbuki onlar dört kişidir.

Hakeza Ümeyye oğulları sultanlarına da tatbik edilemez. Zira onlar da on üç kişiydiler. Ayrıca Ömer bin Abdulaziz dışında hepsi de zalimdiler. (Ömer’in zulmü için de hilafeti gasbetmesi ve zamanındaki İmamı inzivaya itişi yeterlidir.)

Ayrıca onlar Haşim oğullarından da değildi. Halbuki Peygamber (s.a.a) hepsinin Haşim oğullarından olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ayrıca Abbasiler sultanlarına da tatbik etmemektedir.

Çünkü onlar da otuz beş kişiydiler. Ayrıca Allah’ın; “De ki ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum...”[10] ayetinde buyurduğu üzere Ehl-i Beyt (a.s)’ın hakkına riayet etmemişlerdir.

Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’den bu konuda rivayet edilen hadisler sadece Ehl-i Beyt (a.s) imamlarına tatbik etmektedir. Onlar zamanının en alimleri, yüceleri, takvalıları, soyluları, faziletlileri, Allah-u Teala indinde en kerimleri idiler.

Onların ilimleri babalarından, babalarının ilmi de Peygamber (s.a.a)’den veraset yoluyla gelmiştir. İlim, tahkik, keşf ve tevfik ehli olanlar onları böyle tanımış ve tanıtmıştır.

Hakeza Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu on iki kişinin Ehl-i Beyt (a.s) İmamları olduğunu teyit eden hadislerden biri de Sünni ve Şii’nin tevatüren rivayet etmiş olduğu Peygamber (s.a.a)’in şu Sekaleyn hadisidir:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla itretimi. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Bunlara sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız.”

Bu kitapta (Yenabi’de) rivayet edilen birçok hadisler de hep bu manayı teyit etmektedir.”

İşte bunlar Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşleridir. O halde yanlışlığa düşüp Şii Müslümanları Rafızî diye adlandırmayın. İşin içinde ilim ve insaf olursa, Sünni olsun veya Şii mutlaka bu temiz görüşleri ifade edecektir.

Bu rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi görüşleri de siz beylere yol gösterici olmalıdır. Şiiler Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne (a.s) uyuyorlarsa, bu Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamber (s.a.a)’in emri üzeredir.

İmamların isimleri, sayıları ve yüce sıfatları sadece Şii rivayetlerde mütevatir olarak rivayet edilmemiştir, bizzat kendi alimlerinizin kitabında da yer almıştır.

Ehl-i Sünnet alimleriyle farkımız şudur: Onlar rivayeti naklediyorlar, Ehl-i Beyt (a.s) hakkındaki ayetleri yazıyorlar, görüş belirtiyorlar. Ama adet üzere hiçbir delil olmaksızın atalarına uyuyorlar.

Bazıları da bağnaz oldukları için dilleriyle tasdik etmiyorlar. Bu insanlar asla gelişememiş ve akılları heva ve adetlerinin etkisi altında kalmıştır.

Bazen de Peygamber (s.a.a)’in rivayetleri hakkında ilim ehlini şaşkınlığa sevk eden soğuk teviller yapıyorlar. Eğer gerçekten bağnazlık ve inadı bir kenara bırakacak olurlarsa, ilim akıl ve insaf kılavuzluğunda gerçeği apaçık göreceklerdir.

Nitekim H. 255 yılında ölen el-Beyan ve’t- Tebyin kitabının sahibi Ebu Osman Amr bin Bahr Cahiz Basri el-Mutezili aliminiz bu apaçık gerçeği itiraf etmiştir. Hace Kelan Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 52. babında onun şu sözlerini rivayet etmektedir:

“Ehl-i Beyt (a.s)’ın diğerlerinden üstünlüğü hakkında çekişmek akılları noksanlaştırmakta ve güzel ahlakı bozmaktadır. Halbuki bize hakkı talep etmek, hakka uymak, Allah’ın kitabındaki muradını talep etmek, bağnazlık ve hevayı terk etmek ve geçmişlerimizi taklitten kaçınmak gerekir.”

Ama maalesef bilmeden kalemleri böyle yazsa da adet ve bağnazlıkları ilim ve akıllarına galebe çalmakta, apaçık gerçeklerin aksine atalarına tabi olmakta ve akıl sahiplerini üzmektedirler.

Adet ve bağnazlıkları yüzünden cedelleşmekte, nefislerine uyarak haksız yere başkalarını Ehl-i Beyt (a.s)’dan öne geçirmekte ve bu konudaki Kur’ân naslarını ve muteber rivayetleri bir kenara iterek delilsiz olarak atalarına uymaktadırlar.

Cehalet ve bağnazlıkları yüzünden rey ve kıyas ehli olan Ebu Hanife, Malik ve diğer kimselere uymaktadırlar. Ama Ehl-i Beyt (a.s) fakihi İmam Cafer-i Sadık’a teveccüh etmemektedirler. Halbuki büyük alimleri İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nın ön sözünde şöyle diyor: “Bunlar, Ehl-i Beyt (a.s)’ın ilim ve bilgisinden istifade etmişlerdir.”

Ama biz Şiiler Allah’dan korktuğumuz ve ahirete inandığımız için Ehl-i Sünnet kitaplarında yer alan bu sahih rivayetleri gördüğümüzde bağnazlık ve adetlerin etkisinde kalmadan Peygamber (s.a.a)’in buyruklarına ve Allah’ın emirlerine kalben ve lisanen tabi oluyoruz.

Böylece de ebedi saadete ulaşacağımızı umut ediyoruz. Çünkü Peygamber (s.a.a) ebedi kurtuluş ve saadeti Ehl-i Beyt’e (a.s) uymada karar kılmıştır.

Nitekim büyük alimlerinizden Hafız İbn-i Ukde, Ahmed bin Muhammed Kufi el-Hemdani, kendi alim ve şeyhlerinden, onlar da Abdulkays’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Basra’da Ebu Eyyub Ensari’den uzun bir hadis duydum. Bu hadisin bir bölümünde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Mirac gecesi Arş’ın direğinde şöyle yazıldığını gördüm: La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah (s.a.a), onu Ali ile güçlendirdim; Ona Ali ile yardım ettim.”

Ayrıcada şöyle yazılmıştı: “Hasan, Hüseyin, Ali, Ali, Ali, Muhammed, Muhammed, Cafer, Musa, Hasan ve Hüccet.”

Allah-u Teala’ya; “Bunlar kimdir?” diye sordum, şöyle vahiy oldu: Bunlar senden sonraki vasilerindir. Onları sevenlere ne mutlu, onlara buğz edenlere ise yazıklar olsun.”

(Daha sonra Nevvab beye dönerek, dün akşam sorduğu sorunun cevabının yeterli olup olmadığını sordum.)

Nevvab: Teşekkür ederim. En güzel şekilde beyan ettiniz, içimizde hiçbir şek ve şüphe kalmadı. Allah-u Teala size ve bizlere hayırlar versin. (Oradakilerin “amin” sesleri.)

(Ben de içtenlikle amin dedim. Çünkü Allah’dan başka hiç kimseden bir karşılık beklemiyordum. Allah-u Teala Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüzü suyu hürmetine bizlere merhamet buyursun. Bugüne kadar merhamet etmiş olduğu gibi son güne kadar da sonsuz merhamet ve lütuflarda bulunsun.)

Davetçi: Mecliste olan herkesten özellikle de Hafız beyden ve Ehl-i Sünnet kardeşlerimden söz uzadığı için özür dilerim. Ama sözümün sonunda değerli kardeşlerimi uyandırmak için içimdeki inançları özetle ifade etmek istiyorum. Bu bütün Sünni ve Şii kardeşlerime bir mesajımdır.

Evvela; bilmelisiniz ki geceler boyu yaptığımız toplantılarda zikrettiğim ayet ve rivayetler karşı tarafa galip gelmek için nakledilmemiştir. Biz sizi karşımızda bir düşman görmüyoruz. 

Biz sizleri karşımızda Haricilerin ve Nasibilerin sözlerinin etkisinde kalan Müslüman kardeşlerimiz olarak görüyoruz. Özellikle de Nasibi, Harici ve Emevilerin Ehl-i Beyt’e düşmanlığı ve bu konuda uyandırdıkları şüpheleri de çok iyi biliyorum. 

Bu yüzden kin ve düşmanlık olmaksızın, mantık ve Kur’ân üzere saf kalplerindeki tozları silmeli, apaçık gerçekleri ispat etmeli, onları Harici ve Nasibilerin ortaya attıkları şek ve şüphelerden kurtarmalıyız.

Eğer Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’in emrettiği ve büyük alimlerinizin bizlere ulaştırdığı hak ve apaçık gerçek yoluna girecek olursak, (açıkça beyan ediyorum, Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdıkları, insanı velayet yolunun makamına ulaştıran en iyi kılavuzdur) gerçek saadet ve güvene ermiş olacağız.

Eğer inat ve bağnazlık, bu yolda birlikte olmamıza engel olursa, yine de kin ve düşmanlığa kapılmadan kardeşçe birbirimize sarılmalı, tevhit yolunda vahdet içinde hareket etmeli, Kur’ân düşmanlarının arzularına ulaşmasına engel olmalıyız.

Bugün Müslümanlar her zamandan daha çok vahdete muhtaçtır. Etrafımızda sayısız düşmanlar var. Onların bizlere yegane galibiyet yolu da nifak ve ihtilaflardır. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “İslâm garip geldi, garip gidecektir.” Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği zaman belki de bugündür. Zira İslâm’ın gurbet özellikleri açıkça ortadadır.

İslâm, Arap yarımadasında zuhur edince ve Peygamber (s.a.a) insanlara gönderilince, tevhit alemi küfrün muhasarası altındaydı. Din düşmanları Peygamber (s.a.a)’in çektiği zahmetleri yok etmek istiyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, maddeciler, putperestler ve uşakları o günün dünyasına hakim idiler.

Bir avuç tevhid ehli bütün küfür hakimiyeti karşısında güç gösterisinde bulunamıyordu. Peygamber (s.a.a) büyük zahmetlerle onlar karşısında direndi. Çok kısa bir süre sonra tevhid dinini yüceltti ve müşriklere galip geldi.

Dünyada ilim ve tevhid bayrağını dalgalandırdı. Peygamber (s.a.a)’i kafir ve müşriklere galip kılan özellik tevhid ve vahdetti. “La ilahe illallah deyin ki kurtulasınız.” nidasıyla dağınık Arapları birleştirdi ve bir araya getirdi.

Peygamber (s.a.a)’in bu yüce öğretileri ve sağladığı vahdet sayesinde bir avuç Müslüman küfür dünyasına galip geldi. Yarım asır geçmeden tevhid bayrağı, Kostantaniyye, Medain ve hatta İspanya’ya kadar dalgalandı.

Eğer “...İslam garip gidecektir.” hadisine dikkat edecek olursak, açıkça İslâm aleminin kafirlerin muhasarası altında olduğunu görürüz. Dünyada tevhit ve mantığa dayalı gerçeklerin bayraktarı da sadece Müslümanlardır. 

Bu yüzden düşmanlar da biz Müslümanlara saldırmaktadır. Bir taraftan materyalistler, Zimokratis, Mermend, Mezdek, Darvin, Bahner ve uşakları, bir taraftan da Hıristiyan misyonerler ve makam perest Vatikan papazları muvahhid Müslümanları muhasara altına almış, bizi yok etmeye çalışıyorlar.

Sömürgecilerin bizi yok edip bizlere hakim olmasının yegane yolu nifak ve ihtilaftır. Bütün güçleriyle Müslümanlar arasına fitne sokmaya çalışıyorlar. Nifak ve kötümserlikle onlara galip gelmeye, hükmetmeye uğraşıyorlar. “Böl, yönet!” siyasetini uyguluyorlar.

Şii ve Sünni kardeşler! Biliniz ki bugün İslâm gariptir. Peygamber (s.a.a) dağınık Arapları bir araya getirerek düşmanına galip geldiği gibi, bugün de yegane galibiyet yolumuz, ittifak ve ittihat içinde olmamızdır.