Şiilere o mübarek gün kutlu olsun

Onun sevgisiyle her türlü şüpheden uzak olanlara.

(3 Şaban 1345 tarihinde Risaldar Hüseyniyesi’nde Hz. Hüseyin’in doğum günü münasebetiyle büyük bir kutlama merasimi yapıldı. Sabah erkenden bir sürü insan o meclise akın etti. 

Ben de evime gelen Şii alimleri ve şahsiyetleriyle birlikte Hüseyniye’ye gittik. İçerisi tıklım tıklımdı. Caddeler etraftaki evlerin çatıları alt ve üst katlar ağzına kadar Şii ve Sünni Müslümanlarla doluydu. 

Ehl-i Sünnet alimleri de Hafız Muhammed Reşid ve Şeyh Abdusselam ile birlikte teşrif ettiler. İçeri girince büyük bir hareketlilik, canlılık, sevinç gördüm. 

Benim için özel bir yer ayarlamışlardı. Ama ben Ehl-i Sünnet alimlerine saygı olsun diye oradan sarf-ı nazar ederek onların yanına gittim. Onlar da benim bu saygıma ve muhabbetime çok sevindiler. 

Sarıldıktan ve oturduktan sonra meclise şerbet ve tatlı ikram ettiler. Ardından meddahlar Ehl-i Beyt’e (a.s) mehdiye okudular.

Daha sonra Peşaver’in Şii şahsiyetlerinden Serdar Abdussamed Han, bir grupla birlikte yanıma gelerek beni minbere davet ettiler. Ben her ne kadar yok dediysem de onlar ısrar ettiler.

Hafız bey de şöyle dedi: “Bugün sizinle son günümüzdür. Lütfen bizi kırmayınız.” Ben de onları kırmak istemedim. Saygı göstererek minbere çıktım.

Öğleye kadar konuşma yaptım. Daha sonra Şii ve Sünni kardeşler hep bir arada namaz kılıp hatıra fotoğraf çektirdik. Yeni Şii olan kardeşlerin iftiharına yemek verildi. Gazete ve dergilerin de yazdığı ve bütün on gece boyunca yaptığımız sohbetlerin özeti sayılan bu konuşmamı da burada kitaba ilhak etmek istiyorum:)

Bismillahirrahmanirrahim


“Allah’ım, göğsümü aç, bana emrini kolaylaştır, dilimden bağı çöz, sözümü anlaşılır kıl.” İlklerin ilki ve sonların sonu Allah-u Teala’ya hamd olsun.

Vücudun sırrı, her varlığın evveli, hamd bayrağının ve makam-ı mahmudun sahibi, geçmişlerin hatemi, parçalananların fatihi, hakkı hakla ilan eden, batıl ordularını def eden, dalalet saldırılarını püskürten ümmi nebi, 

Mekki, Medeni, Kureyşi, Haşimi, Ebtahi, ilklerin ve sonların efendisi, alemlerin Rabb’inin habibi, nebilerin ve resullerin hatemi Ebi’l- Kasım Muhammed’e ve ilim ve hidayet semasının güneşleri, hikmetin kaynakları, Allah’ın değerli varlıkları ve büyük ayetleri olan masum vasilerine ve tahir Ehl-i Beyti’ne selat-u selam olsun.

Ayrıca kıyamete kadar düşmanlarına, faziletlerini inkar edenlere lanet olsun. Taşlanmış şeytandan Allah-u Teala’ya sığınırım.

Hekim olan Allah-u Teala kerim olan kitabında şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ul’ul- emre de itaat edin. 

Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resule götürün (onların talimatına göre halledin) bu daha hayırlı, netice bakımından da daha güzeldir.” [5]

Son günlerde herkesin diline düşen ve kendi maksadına ulaşmak için dayanak haline getirilen konulardan biri de özgürlük ve hürriyet konusudur.

Bir avuç kısır düşünceli ve zayıf görüşlü kimseler, hürriyet ve özgürlük adına Peygamberlerin yolundan ayrılmış, dindarlar camiasından çıkmışlardır.

Halbuki özgürlük adına alemlerin Rabbine ibadetten ve hak dinlerden uzaklaşmanın ilim ve akla aykırı olduğunu anlayamamışlardır. Bu tür özgürlük insan toplumlarının dağılmasına sebep olmakta, akıl ve ilim sahibi kimselerin nefretine ve reddine neden olmaktadır.

Elbette insanın insana kulluğundan azade olmak, körü körüne insanlara itaatten özgürleşmek güzeldir. Zira akıl nuruyla aydınlanan ilim ve marifet sahibi kimse, kendisi gibilere tapmaktan özgür olmalı, hiç kimseye körü körüne itaat etmemelidir.

Aksi takdirde dalalet ve şaşkınlık içinde bocalamaktan kurtulamayacaktır. Mahlukatın eşrefi olan insan, akıl ve nakil delillerince layık ve kabil olan kimselere itaat etmelidir.

Elbette kulluk ve övgü bütün varlıkları yaratan Allah-u Teala’ya özgüdür. Akli deliller, her şeyi yaratan Allah-u Teala karşısında bu zayıf insanın itaat etmesi gerektiğine hükmetmektedir. 

Allah’ın itaatini emrettiği kimseler dışında hiç kimseye itaat câiz değildir. İnsanlara itaat noktasında en güçlü senetimiz Kur’ân’dır.

Kur’ân’a müracaat edecek olursak açıkça görürüz ki Kur’ân akli kaideler esasınca kimlere itaat etmemiz gerektiğini bir kaç ayette açıkça belirtmiştir. İşte bu ayetlerden biri başta da okuduğum şu ayettir:

“Allah’a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.”

O halde bu ayet hükmü gereği de Allah-u Teala’ya itaatten sonra Peygamber (s.a.a)’e ve bizden olan emir sahiplerine itaat farzdır.

Peygamber (s.a.a)’e itaat noktasında bütün ümmet ittifak halindedir. Hiç kimse bunu inkar etmemiştir. Ümmet arasında ihtilaflı olan konu bu ayette de buyurulan: “Sizden olan emir sahiplerine” itaattir.

Ehl-i Sünnet’e göre ayette geçen emir sahibinden maksadın emirler, valiler, ordu komutanları, sultanlar ve zahiri hükümdarlardır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kardeşler sultanlara itaati farz bilmekteler. Her ne kadar fısk, facir ve zalim de olsalar, onlara göre emir sahipleri olduğu için itaatleri de farzdır.

Halbuki bu inanç, akli ve nakli delillerce de batıldır. Eğer bu görüşün batıl olduğunun bütün delillerini saymaya kalkarsak bir aydan fazla vaktimizi alır.

Lakin “Tümü elde edilmeyen şey tümüyle de terk edilemez.” kaidesi ve: “Eğer deniz suyunu çekemezsek de, susuzluğumuz kadar içmeliyiz.” ifadesi gereği, konuyu özetle ele almaya çalışacağım. İzninizle kısa olarak bu konu hakkında konuşmak istiyorum. İnsaf ehli adaletle hüküm versin ve gerçekler ortaya çıksın.

Şüphesiz topluma hükmeden sultan ve emirler üç kısımdır: Ya icma ile seçilmişlerdir; ya zorla başa geçmişlerdir; ya da Allah-u Teala tarafından seçilmişlerdir. Müslümanlar bir fert hakkında icma eder ve onu başa geçirirse, ona itaat Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi farzdır. 

Ama Müslümanların hepsinin temiz ve kamil bir kişi hakkında ittifak edeceklerinin hiçbir akli delili yoktur. Çünkü Müslümanlar her ne kadar güçlü bir anlayışa sahip olsa da, zahire göre hükmetmekte ve insanların neye inandıkları konusunda habersizdirler.

Müslümanlar her ne kadar akıllı ve bilgili de olsa, seçim işinde ulu’l- azm Peygamberlerden olan Hz. Musa’dan daha alim olamaz. Onların hepsinin aklı Allah-u Teala elçisinin kamil aklından üstün olamaz.

Hz. Musa binlerce Ben-i İsrail alim ve bilginleri arasında zahirlerine hükmederek yetmiş kişiyi seçti. Çünkü Peygamberler de zahirle emr olundukları için işin batınına bakmıyor ve zahirine itibar ediyorlardı.

Hz. Musa bu yetmiş kişiyi alarak Sina dağına götürdü. Ama imtihan esnasında hepsi fasık oldu ve helak oldular. Dolayısıyla onların başta da sağlam bir inanca sahip olmadıkları anlaşıldı. Yani imtihan esnasında perde kalktı ve batınları zahir oldu. Nitekim Allah-u Teala Araf suresi 155. ayette de buna işaret etmektedir.

O halde Hz. Musa’nın seçtiği kimseler bile fasit ve günahkar çıkabiliyor ve yıldırımla cezalandırılabiliyorsa, diğer insanların gerçek anlamda seçim gücüne ve teşhisine sahip olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. 

Çünkü onların zahire göre seçtiği kimse gerçekte kafir veya fasık olabilir. Bu kimse sinsice kendini gizleyerek saltanat tahtında oturduğunda hedeflerini ortaya çıkaracak ve tedricen uygulamaya koyulacaktır.

Nitekim birçok sultanlar, hatta milli meclisi temsilcileri de hep böyle davranmıştır. Böyle birine itaat dini yok eder. İslâm’ın eserlerini ortadan kaldırır ve insanların hakkının çiğnenmesine neden olur. Allah’ın zalim ve fasıklara itaati, kendi itaati gibi sayması mümkün değildir. O halde bu görüşün batıl olduğu açıkça ortadadır.

Ayrıca ümmetin icması şer’i olursa, her zaman da tüm İslâm ümmetinin gerçek seçimiyle olmalıdır. Belli bir millete has değildir. Bütün Müslümanlar buna katkıda bulunmalıdır. Bir grup Müslüman’ın seçtiği kimseye başka Müslümanların zorla itaati asla doğru değildir. Dolayısıyla onlara muhalefet edenleri de kafir ve müşrik saymak câiz değildir.

Üstelik 1300 yıllık İslâm tarihini inceleyecek olursanız, Peygamber (s.a.a)’den sonra hiç kimse hakkında böyle bir icmanın gerçekleşmediğini açıkça görürsünüz. 

O halde icma tarih boyunca gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmeyecektir. Özellikle de İslâm ülkesinin parça parça bölündüğü günümüzde her ülkenin bir emiri ve yöneticisi vardır. Eğer her ülkenin bir yöneticisi olursa o zamanda ulu’l- emr çoğalır ve hiçbir ülkenin yöneticisi başka bir ülkenin yöneticisinin emrine girmez. Bu yüzden de aralarında ihtilaf ve savaş çıkar.

İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Her ülkenin Müslümanları da kendi emirlerine itaat ederek birbirinin canına düşecek, Müslümanları katledecektir. Müslüman kardeşini öldüren bu insanların cennete gitmesi düşünülebilir mi? İslâm böyle bir şeyi emretmemiştir. 

İslâm dini akıl sahiplerinin kabul etmeyeceği bir şeyi emretmez. Özellikle de Müslümanların ayrılığına ve tefrikaya düşmesine neden olan şeyleri tavsiye etmez. O halde Allah-u Teala tarafından seçilen bir emir icma ile seçilmiş sayılmaz.

Burada konuştuğumuz geceler boyunca Şii ve Sünni alimlerin huzurunda icmanın aklen ve naklen batıl olduğunu ispat ettim, orada olmayan beyler de bunu gazete ve dergilerde okumuştur sanırım.

İkinci kısım yöneticiler ise zorla başa geçenlerdir. Facir kan ve dökücü bir sultan zorla, hokkabazlıkla halka musallat olursa, itaati farz olabilir mi? 

Kan dökücü ve fasık sultanlara itaatin Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a)’e itaat gibi olduğunu hangi akıl kabul edebilir? Eğer böyle olmuş olsaydı, o halde Ehl-i Sünnet alimleri kendi kitaplarında neden zalimleri eleştirmekteler ve Muaviye, Yezid, Ziyad bin Ubey, Ubeydullah, Haccac, Ebu Seleme, Ebu Müslim ve diğer zalimleri kınamaktalar?

Eğer birileri inat üzere bu tür insanların Müslümanların halifesi olduğunu ve bu sebeple de itaatlerinin farz olduğunu söylerse (nitekim bazı Ehl-i Sünnet alimleri böyle demiştir) şüphesiz böyle bir itaat Kur’ân’a aykırıdır. 

Çünkü Allah-u Teala birçok ayette kafir, fasık ve zalimlere lanet etmekte, Müslümanları onlara itaatten sakındırmaktadır. O halde nasıl olur da Allah-u Teala bu ayette fasık, facir ve hatta kafire itaati emretmiş olabilir?

Şüphesiz iki farklı görüşü Allah-u Teala’ya isnat emek çok çirkin bir iştir. Ehl-i Sünnet’in büyük alimi Fahr-u Razi mezkur ayetin tefsirinde şöyle diyor: “ Ulu’l- emr mutlaka günahlardan masum olmalıdır. Aksi takdirde Allah-u Teala ona itaati kendisine ve Peygamber (s.a.a)’e itaatle bir arada zikretmezdi.

O halde geriye sadece ulu’l- emr’in Allah-u Teala tarafından seçilmesi kalmaktadır. Şia’nın görüşü de budur. Şia’ya göre ulu’l- emr de tıpkı Peygamber (s.a.a) gibi temiz kötü ahlaktan münezzeh, küçük-büyük, zahir-batın tüm günahlardan masum olmalıdır. 

Hiç kimse bir diğerinin batınını bilmediği için de ulu’l- emri mutlaka Allah-u Teala seçmelidir. Peygamber (s.a.a)’i insanlar arasından seçip risaletle görevlendiren Allah-u Teala, ulu’l- emri de seçmeli ve onları insanlara da tanıtmalıdır.

Bu dış delillerden ayrı bizzat ayetin kendisi de ulu’l- emrin risalet dışında Peygamber (s.a.a)’in bütün sıfatlarına sahip olması gerektiğini emretmektedir. İnsanın bütün sıfatlarını Allah’dan başka kimse bilmediği için de seçim hakkı Allah-u Teala’ya mahsustur.

Bu yüzden ayette vacib’ul- vücud ve mümkün’ül- vücud arasındaki fark sebebiyle iki kere “etîu” (itaat ediniz) demiş ve şöyle buyurmuştur: 

“Allah-u Teala’ya itaat ediniz ve resule itaat ediniz.” Allah-u Teala’ya vacib’ul- vücud olduğu hasebiyle itaat ediniz. Onun hayat, ilim, hikmet, kudret ve benzeri varlık sıfatları bizzat zatının aynısıdır.

Peygamber (s.a.a)’e de mümkün’ül- vücud, salih kul ve bütün güzel sıfatların sahibi hasebiyle itaat ediniz ve biliniz ki bütün bu sıfatlar Allah-u Teala tarafından kendisine verilmiştir. Ama ulu’l- emre sıra gelince, “etîu” (itaat ediniz) fiili tekrar edilmemektedir. Sadece bir “vav-i atf” ile ulu’l- emri tanıtmaktadır.

Elbette bunda ilginç bir nükte vardır. Akıl sahiplerine söylemek istemektedir ki, ulu’l- emr de, Resulullah (s.a.a)’in sahip olduğu risalet dışında her şeye sahip olmalıdır. Ulu’l- emr de Peygamber (s.a.a) gibi olmalı, risalet dışında onun tüm özelliklerini de taşımalıdır.

Dolayısıyla ulu’l- emre itaat de Resulullah (s.a.a)’a itaat türündendir. Ulu’l- emr dinin koruyucusu, hükümlerin icracısıdır. Dolayısıyla Şia ulu’l- emr’den maksadın Peygamber (s.a.a)’in soyundan olan on iki İmam olduğuna inanmaktadır.

Bunlar Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen on bir Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarıdır. Dolayısıyla bu ayet on iki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının imametini ispat noktasında Şia’nın en büyük delilidir.

Ayrıca her biri bir açıdan inancımızı ispat eden daha birçok ayet vardır. Örneğin: Bakara suresi 124. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Allah: Ahdim zalimlere erişmez (onlar için söz vermem) buyurdu.”

Hakeza Ahzap süresi 6. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirine diğer müminlerden daha yakındırlar...”

Hakeza Tevbe suresi 119. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Hakeza Ra’d suresi 7. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“...Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.”

Hakeza En’âm suresi 153. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan alı koyar...”

Hakeza A’raf suresi 181. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur.”

Âl-i İmran suresinin 103. ayetinde ise şöyle buyuruluyor:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın...”

Nahl suresi 43. ayette ise şöyle buyuruluyor: