(Gene bu hutbeden):

Size, kendisine kâr verecek, zarar getirecek sözleri, sesleri işitip duyan kulaklar, karanlıkları aydınlatacak, görüp anlayacak gözler, âzâsını derip devşirecek, düzülüp koşulmada, ömürleri boyunca birbirine uyacak yanları, yöreleri olacak bedenler verdi. Öyle bedenlerle bezedi sizi ki faydası dokunacak şeyler için duruşurlar; gönüller verdi size ki rızıklarını elde etmek için çalışırlar; onun en güzel nimetlerine ulaşmak, şükredilecek lütuflarına kavuşmak, esenlik bağışlarını almak, belâlarından kurtulmak için uğraşırlar.
Sizin için ömürler takdir etmiştir ki müddetini gizlemiştir sizden; sizin için ibretler bırakmıştır, sizden önce gelip geçenlerden. İbretler var sizin için, yaşayıp ömür sürdükleri alanlarda; ölüm kemendi boğazlarına atılıp yok edilmeden önce mühlet bulup yaşadıkları mekânlarda. Ölümleri, muratlarına ulaşmadan sürdü-götürdü onları; ecelleri dağıttı, per-perişan etti onları. Bedenleri sağ-esenken hazırlanmamışlardı; fırsat ellerindeyken ibret almamışlardı. Acaba gençliklerinin en güzel çağlarında bulunanlar, ihtiyarlığı, kocalığın düşkünlüğünü mü beklerler? Sağ-esen yaşayanlar, hastalık zamanını mı isterler? Yaşayıp ömür sürenler, yokolma çağını mı dilerler? Üstelik, kişinin dünyadan geçip gitmesi, göçüp yürümesi, el-ayak titremesi, yüreğin yanıp erimesi, tatlı tükürüğün boğazdan acı-acı geçmesi, yardıma koşsunlar, bir meded etsinler diye torunlara, yakınlara, yücelere, eşe-dosta bakınması da yakındır. Ama soylar-boylar, bu sonucu hiç giderebildiler mi? Yahut ağlaşıp sızlaşanlar bir fayda verebildiler mi? O anda kişi, ölüp gidenlerin mahallesine bırakılmıştır; daracık mezarda tek başına kalmıştır: O anda kurt-kurş derisini didip sökmededir; yiyip sömürenler, nazlı, nâzik bedenini çekip sökmededir; kasırgalar tozunu-toprağını savurmadadır; olaylar adını-sanını silip süpürmededir. Bedenler taptazeyken çürüyüp dökülmüştür; kemikler kuvvetle dururken erimiş gitmiştir. Canlar, ağır yüklerin altına girmişlerdir; gizli âlemin haberlerini duyup iyice inanmışlardır. Artık onların iyi işlerinin fazlalaşması da istenilmez; kötü işlerinden dolayı özür dilemeleri de beklenilmez. Siz de o toplumun oğulları, babaları, kardeşleri, yakınları değil misiniz? Onlar gibi siz de gideceksiniz; onların yoluna yöneleceksiniz; onların ana yoluna ayak basacaksınız. Ama gönüller, o paydan nasipsiz, gaflete dalmış, kararmış; doğru yoldan habersiz, her yanlarını kötülükler sarmış. Gidilecek yoldan başka bir yola düşmüşler; sanki söylenenler onlara değilmiş; sanki doğru yolu buluş, dünyalarını elde etmekten ibaretmiş.
Bilin ki geçidiniz sırattır; uğradığınız, ayakları kaydıran, kayıp sürçüp düşülmekten korkutan, korkuları bir daha, bir daha çatan yerleridir. Allah'tan korkun, düşünceler gönlünü alan, korku bedenini yoran, gece namazları uykusunu kendisine harâm eden, ümit, gündüzlerini susuzlukla geçirten, akıllı-fikirli kişinin korktuğu gibi. Sakınıp çekinmek, öyle kişiyi nefis isteklerine uymaktan men etmiştir; Hakk'ı anmak, başka sözlerden dilini almıştır; korkuyu, emin olmaktan daha öne salmıştır; dosdoğru yoldan alıkoyan düşünceler bir yanda kalmıştır; dileğine varan yola gitmek için yoların en doğrusuna, en aydınına dalmıştır. Onu aldatmamıştır aldatan, kandıran şeyler; gözlerini örtmemiştir, kapatmamıştır şüpheli şeyler; oysa ki müjde ferahlığını, sevincini elde etmiştir; en tatlı uykusuna, esenlik nimetleriyle yatmıştır, soru gününden eminliğe yetmiştir. Gerçekten de şu çabucak geçilen geçitten geçip gitmiştir; ilerde varılacak yerin azığını önceden tedarik etmiştir; ürkmüştür de işe koyulmuştur; mühleti fırsat bilip tez davranmıştır; isteğe rağbet eylemiştir; korkulacak şeyden kokmuştur; bugünden yarını gözetmiştir; varılacak olan, önünde bulunan âleme bakmıştır, görmüştür. Artık cennet yeter sevâp olarak, mükâfât olarak; cehennem yeter azâp olarak, mücâzât olarak; Allah yeter öç almak ve yardım etmek bakımından ve kitap yeter delil getiriş ve düşmanlığa kalkış bakımından.
Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim size; özür getirmenize meydan bırakmadı; korkuttuğu şeyleri bildirdi size. Gösterdiği apaçık ana yolu delilleriyle anlattı size. Gönüllere gizlice görülmeden giren, kulaklara işitilmeden afsunlar okuyan, üfleyen düşmandan çekinmenizi buyurdu size. O düşman, kendisine uyanları saptırdı, helâk etti; vaad etti, aldattı; suçların kötülerini bezedi; helâk, eden büyük günâhları kolay gösterdi. Derken kendisine eş-dost olanı yavaş-yavaş avladı; sözlerine uyanı kıskıvrak bağladı; sonra da bezediğini inkârdan geldi; kolay gösterdiğini büyüttü, büyük bir suç olduğunu söyledi; yapılmasında hiçbir şey olmadığına kandırıp işlettiği günahlardan çekindirmeye kalkıştı.
(Aynı Hutbeden, İnsanın Yaratılışına dâir buyurdular ki):
Bu, o yaratık değil midir ki onu rahimlerin karanlık-larında, perdelerin içinde düzdü-koştu; dökülüp saçılmış erlik suyuydu; yaratılışı noksan kan parçasıydı, pıhtıydı; rahimde bir yavruydu; çıkıp süt emer oldu; bir çocukcağızdı, ergenlik çağına geldi. 
Sonra ona, duyduğunu belleyen bir gönül, söyleyip konuşan bir dil, bakıp gören bir göz verdi de duyup gördüğünü anlar, ibret alır, kötülüklerden kaçar, kaçınır bir hale getirdi. Derken dümdüz kalktı; bedeni boy attı; boynunu kaldırdı, baş çekti; kötülüğe yüz çevirdi, yöneldi; hevâ ve hevesini yüklendi; dünyasına çalıştı, meşakkate düştü; zevkindeki tatlara atıldı; aklına gelen dileklere kapıldı.
Öyle bir halde ki bir musibete uğrayacağını ummaz; çekinilecek bir şeye düşeceğinden korkmaz; bu sürçmelerle az bir ömür sürer; bu fitneler içinde aldanarak ölür gider. Dünyada bir karşılık elde etmez; kendisine farz olan şeyleri de yerine getirmez. Bu sırada o serkeşlik çağının geri kalan bir ânında, zevkine pervâsızca dalmışken ölüm belâsının mihnetleri gelir-çatar; şaşırır-kalır; ağlayıp inleyerek geceyi gündüz eder; uykusuzluktan biter; elemlerin pençesine düşer, zahmetler çeker; ağrılara-sızılara uğrar, illetlere, hastalıklara karar. Yüreğinin başı kardeşinin yanında, esirgeciyi babasının katında eyvahlar olsun der; göğsünü döver. Can verirken kendinden geçer; öyle bir andır o ki derdi arttıkça artar; inledikçe inler; canı bedenden çekilir; mihnetlerine mihnetler katılır. Ölünce dünyadan elini-ayağını çeker; kefenine sarılır; her şeye boyun verir, çekilir; sonra onu tabutuna korlar; yorulmuş, işi bitmiştir; hastalıktan erimiş-gitmiştir. Oğullar, kardeşler toplanırlar; onu yüklenirler; gariplik yurduna, bir daha ziyaretçisi gelmeyecek yerine getirirler onu. Geçirenler ayrılınca, acısına düşenler dönünce onu, şaşırıp kalınacak soruya cevap vermek, derde dert katan sınanmaya hazırlanmak için çukurunda oturturlar. Belâların en büyüğü de oradadır, o zamandır: "Kaynar suyla ziyafet veriliş ve cehenneme atılış." (56; Vâkıa, 93-94) Alev-alev yanan ateşin coşup kavrayışı, çekip alan azâbın saldırışı. Ne azâbın durması var ki kişi biraz rahat etsin; ne dinlenmesi var ki eziyet birazcık gitsin; ne bir kuvvet var ki onu gidersin; ne ölüm var ki insan kurtulsun; ne birazcık uyku var ki azâbı unuttursun. Kişi, çeşit-çeşit ölümler içinde, zamandan zamana yenilenen azaplar içinde yaşar; gerçekten de biz, Allah'a sığınırız.
Ey Allah kulları, nerede o ömür sürenler ki nimetlere gark oldular; nerede o bilgi belleyenler ki anlar, bilir bir hâle geldiler? Mühlet verildi onlara, gaflete daldılar; sağ-esen oldular, unutup gittiler. Uzun zaman mühlet buldular; fırsat elde ettiler; lütuflara, ihsanlara nâil oldular; çetin azaplarla korkutuldular; büyük sevaplarla müjdelendiler.
Korkun insanı helâk çukuruna atan günahlardan, gazaba uğratan ayıplardan. Ey gören gözleri, duyan kulakları olanlar; ey âfiyete dalanlar, dünya matahını elde edenler. Var mı bir kaçacak durak, kurtulunacak oğrak? Var mı bir sığınılacak, güvenilecek, uğranılacak yatak? Var mı, yoksa yok mu? Öyleyse nereye dönüyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, neye aldanıyorsunuz? Bu kadar uzunluğuna enliliğine karşı gene de her birinizin yeryüzünden payı olan yer, düşüp yanağını yere koyacağı, boyunca bir yer. Allah'ın kulları, şimdi çalışmaya koyulun ki henüz ip, boynunuza atılmamıştır; can henüz bedenlerinizdedir. Şimdi doğru yolu arayıp bulmak, geri kalan ömrünüzden faydalanmak zamanıdır; bedenleriniz sağ-esendir; toplaşıp çâre bulmaya zamanınız vardır; elinizdedir ömrünüzden kalan mühlet; elinizdedir güç-kudret; tövbe etmeye henüz vardır müddet; genişlik çağındasınız; dileyebilirsiniz hâcet; çalışın sıkıntıya, darlığa düşmeden önce; darlığa, dağınıklığa çatmadan önce; çalışın görünmeyen, fakat beklenen gelmeden; üstün ve kudret sahibi olan sizi ansızın almadan.[4]
* * *
86: Şüphe yok ki gizli şeyleri bilir; içten geçenlerden haber alır. Onundur her şeyi kavrayış, her şeye üst oluş, her şeye gücü yetiş. Artık sizden iş gören görsün mühlet günlerinde eceli gelip çatmadan; işsiz çağlarında iş başa gelmeden; soluk alıp verme yolu açıkken kavrayıp sıkılmadan, fırsat geçip gitmeden. İnsanın varacağı yeri döşeyip dayaması, oturacağı yere azık hazırlayıp götürmesi gerek.
Allah için olsun ey Allah kulları; çalışın kitabında buyurduklarını korumaya, size âriyet olarak verdiği hakları gözetmeye. Çünkü Allah sizi boş yere yaratmadı; başı boş bırakmadı; bilgisizliğe, körlüğe atmadı. Eserlerinize ad taktı; yaptıklarınızı bildi; ecellerinizi yazdı. Size her şeyi anlatan bir kitap indirdi; Peygamberini bir zaman sizin içinizde yaşattı; sonunda, kendi razı olduğu dînini, kitabında indirdiği, bildirdiği şeylerle, onun için de tamamladı, kemâle getirdi; sizin için de ve onun dilinden bildirdi size, amellerden sevdiklerini ve sevmediklerini; nehyettiklerini ve emreylediklerini. Artık özür getirmeyi size bıraktı da kesin delili aleyhinize tamamladı; tehdîdi öne sürdü de bildirdi size; önünüzdeki çetin azapla korkuttu sizi. Günlerinizin geri kalanlarından faydalanın da o müddet içinde olsun nefislerinizin isteklerine karşı dayanın; çünkü gaflet içinde geçen bir çok günlerinize karşı bu sabredeceğiniz günler azdır; o günlere dalacağınız, onları tutacağınız zaman kısadır. Nefislerinize ruhsat vermeyin ki o ruhsat verişler, zulmedenlerin yollarına sürer, götürür sizi; gönüllerinizin kabûl etmediği şeylere yönelmeyin ki o yönelişler, suçlara yürütür sizi.
Allah'ın kulları, gerçekten de kendisine en fazla öğüt veren, Rabbine en fazla itâat edendir; kendisini en fazla aldatan da Rabbine en fazla isyanda bulunandır. Aldanan, kendisini aldatır; özenilen, gıpta edilen dînini selâmette tutandır. Kutlu kişi, o kişidir ki başkasını görür de ibret alır; kötü kişi, o kişidir ki isteğine kapılır, kendisini aldatır. Bilin ki az riyâ şirktir; hevâ ve heves ehliyle düşüp kalkmak, îmânı unutmaktır; şeytanı çağırmak, onunla düşüp kalkmaktır. Sakının yalandan; yalan, îmânın zıddıdır; gerçek kişi, kurtuluş yerindedir, ululuk mahallindedir, yalancıysa hevâ ve hevesine uyup horluğa düşülecek yerdedir. Birbirinize haset etmeyin; çünkü haset, ateş, olduğunu nasıl siler süpürürse, îmânı öyle siler süpürür. Birbirinize buğzetmeyin; çünkü buğuz, iyilikleri yok eder, bereketleri giderir-gider. Bilin ki dilek, istek, aklı yanıltır; Allah'ı anmayı unutturur. Dileği-isteği yalanlayın; çünkü o aldatıştır; sâhibi de aldanmıştır.

* * *
87: Allah kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl-parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır.
Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da (izlerin sonunu) görmüştür; anmıştır da (hayır işleri) çoğaltmıştır. Tatlı, duru suyu kana-kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit haline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl-parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça-buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini-gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîp etmiştir. O, Allah dîninin mâdenlerindendir; Allah'ın yerinin direklerindendir. Kendisine adaletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adaletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar.
Bir başkası da var; adını bilgin takar; o adın ehli değildir; bilgisi yoktur; bilgisizlerden birkaç bilgisizliği; sapıklardan bir kaç sapıklığı yanına-yöresine toplamıştır; insanlara, aldatış ağlarını germiştir; kandırış tuzaklarını kurmuştur; yalanlar söylemektedir; kitabı, dileğince anlatmaktadır; gerçeği isteğine uydurmaktadır. İnsanları pek büyük tehlikelerden kendine emin eder; büyük suçları onlara kolay gösterir gider. Der ki: Şüpheli şeylerde duraklarım; oysa şüpheli şeylerin ta içine düşer; bidatlerden çekinirim der; oysa onların içinde uykuya dalar, kendinden geçer. Yüzü, şekli insan yüzüdür, insan şeklidir; kalbi hayvan kalbidir.[5] Hidâyet kapısını bilmez ki uysun; körlük, sapıklık kapısını bilmez ki kaçınsın; dirilerin ölüsüdür o kişi.