Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır

Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil olmuştur; emir, nehiy, helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da "müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin (İsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî hikmetleri ihâtadan âcizdir.

Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16. âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli olanın recmi, olmayana had vurulması takarrür etmiştir. Öyleleri vardır ki sünnetle muayyen iken kitapla değişmiştir. İslam'ın ilk zamanlarında Beyt-i Mukaddes'e teveccüh edilerek namaz kılınırken 2. sûrenin (Bakara) 144. âyetinde Mescid-i Harâm'a teveccüh farzedilmiş, sünnet de buna tâbi olmuştur. Öyleleri de vardır ki 4. surenin (Nisâ') 101. âyetinde olduğu gibi seferde namazın kasrına ruhsat verilmişken sünnetle vücûbu sabit olmuştur. Vaktinde vâcip, yâni farz olan, ileride hükmü geçen âyetlerse mensûh âyetlerdir.

Yapanın karşılığı cehennem olan haramlar, büyük günahlardır; suçluları bağışlananlar da küçük günahları işleyip nâdim olanlardır. Azı makbûl olan, fakat çoğu da yapılabilen emirler, meselâ namazda Hamd'den sonra en kısa sureyi okumaktır; fakat insan, en uzun sûreyi de okuyabilir.

[10] - Kur'ân-ı Mecid'in 2. sûresinin (Bakara) 158, 189, 196-200, 3. sûrenin (Âli İmrân) 97, 9. sûrenin 3. âyetinde haccın farz olduğu bildirilmektedir. Haccın iktisâdî ve içtimaî faydaları pek çoktur. İslâm'ın merkezi olan yerde, her taraftan gelip toplanmak, İslâm ülkelerinin imârını, terfihini sağlaya-cağı gibi imân edenlerin bir araya toplanmaları, birbirleriyle tanışmaları, görüşmeleri yılda bir kere umûmi bir İslâm kongresi mâhiyetini taşır. Beytullah, İslâm'ın kıblesi, toplum yeridir. Orası Müslümanlara haremdir; hürmeti vâcip yerdir. Hac esnasında ihrâma bürünen, âdeta ferdiyetinden ölmüş, beşeriyetten çıkmıştır; meleklere benzemiştir. Eli-kolu yoktur; canını Hakk'a teslîm etmiştir. Hiç bir şeyi, hiç bir yaratığı incitemez; tam bir teslîmiyettedir. Bu da ayrıca terbiyevî ve ahlâkî yönüdür. Bundan dolayıdır ki hacca, İslâm dininde büyük bir ehemmiyet verilmiş, bedenî ve malî durumu iyi olanın, yol da eminse bu farîzayı terketmesi, küfürle eşit tutulmuştur (3, 97).

[11] - Yokluktan, yoksulluktan kurtulmak için; yâni O'ndan yardım dilerim herhalde ve O'dur her hâceti revâ eden, O'na hamdetmekten mahrûm olmamak, bu mânevî yoksulluktan kurtulmak için O'ndan yardım isterim demektir.

[12] - İnsanların, Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilme-sinden önceki hallerini anlatmaktadır. Hidâyet gerçekten de bilinmez olmuştu. Şeref soya sopa bağlıydı, üstünlük ancak kahırla, zulümle elde edilirdi. Elle yapılan putlara kulluk etmek, fakat istenilen elde edilemezse onlara hakarette bulunmak âdetti. İlk kız çocuğu olanın onu, diri diri gömmesi, şerefini korumak için bir vecîbe idi. Kölelik câriyelik bir geçim vasıtasıydı, hürriyet adı anılmaz bir mefhumdu; fazilet bir muammadan ibaretti; batıl inançlar revaçtaydı. Arap yarımadası bu halde olmakla beraber yeryüzünün başka tarafları da sapıklık içindeydi. Mûsevîlik, ırk üstünlüğünü güden, âhireti düşünmeyen, düzeni, başka milletler hakkında mubah sayan bir din haline gelmiş, Hristiyanlık, putperestlik olmuştu. Temizliğin adı sanı yoktu. Din namına ahlâksızlık ve zulüm herkesi bezdirmişti.

En hayırlı yer, Mekke ve Beytullah'tır; o evin en kötü komşuları da müşriklerdir.
[13] - Vilâyet ve vasiyet, Hz. Peygamber'in (s.a.a) yerine geçen zâtın, Allah'ın emri ve Hz. peygamber'in (s.a.a) tebliği ile ümmetin imâmı ve Peygamberinin vasisi olup din ve dünya işlerinde ümmet içinde veliyy'ül-emr oluşudur ki bu inanç "İmâmiyye", yahut On iki İmâm'ın vilâyet ve imâmetine inandıkları için "İsnâ-Aşeriyye" denen, diğer mezhepler, İmâm Muhammed'ül Bâkır (a.s) ve oğlu İmâm Ca'fer'üs Sâdık'ın (a.s) zamanında çıktığı ve Ehl-i beyte uyanların İmâm Ca'fer'e (a.s) uydukları için "Ca'feriyye" diye de anılan mezhebi, diğer mezheplerden bilhassa ayıran inançtır.
(Bu hutbenin son fıkrasına nazaran Emir'ül-Müminin'in (a.s), hemen halife oluşundan sonra irâd edilmiş olması ihtimâli de vardır.)
[14] - "Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inâdına inkâr ettiler; bak da gör bozguncuların sonu ne oldu" (Neml,14).
[15] - "O'dur evvel ve âhır ve zahîr ve bâtın ve O'dur her şeyi bilici." (57, Hadid, 3) Kadîm olması, kendisinden başka her şeyin sonradan yaratılmış bulunması bakımından, vakit mefhumu düşünülmeksizin evveldir; her şey fenâ bulunduğundan ve bâki yalnız kendisi olduğundan âhırdır; evveline bir evvel tasavvur edilemediği gibi zevâli de yoktur. Her şey O'nun tasarrufu altındadır; O'ysa her şeyden üstündür, bu bakımdan zâhirdir; her şeyi künhiyle, yaratmadan ve yarattıktan sonra bildiğinden ve O'ndan başka bilen olmadığından bâtındır; delilleriyle zâhir, yarattıklarının duygularından bâtındır; hiç bir şeye, zâhirî yakınlığı olmamak üzere zâhir kudreti, her şeyde göründüğü cihetle bâtındır diyenler, yaratış bakımından evvel, rızık veriş bakımından âhır, hayat veriş bakımından zâhir, öldürüş bakımından bâtındır tarzında tefsir edenler de olmuştur. Ezelî oluşuyla evvel, ebedî oluşuyla âhır, birliğiyle zâhir, hiç bir şeye ihtiyacı olmamakla da bâtındır da demişlerdir. Evveline evvel olmaması dolayısıyla kadîmdir; yâni evveldir; iman edenler âhirette rahmeti şâmil olmakla âhırdır; hikmetiyle zâhirdir; bilgisiyle bâtındır da denmiştir.
[16] - Hulûl, bir şeyin başka bir şeye girmesidir; iki şey birleşirse buna ittihâd denir. Allah tebâreke ve Teâlâ hiç bir şeye hulûl etmediği gibi 'Onun için ittihâd da mümkün değildir, bu çeşit bir inanç beslemek, Müslümanlığın esasına aykırıdır.
[17] - Bu kısımda Allah Süphanehu ve Teâlâ'nın zâtını düşünmemek esası vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.a), "Allah'ın halkında düşünün, Allah hakkında düşünmeyin, sonra helâk olursunuz" buyurduğunu Ebû-Zerr (r.a) ve İbn-i Abbâs (r.a), "Halkı düşünün; Hâlıkı düşünmeyin; çünkü O'nun zâtını takdir edemezsiniz" buyurduğunu gene İbn-i Abbas rivayet etmiştir (Cami'üs Sagıyr, 1, s.111). Bu hadisler, Allah'ın kudretini, hikmetini, eserlerini, sun'unu, rahmetini, lütfunu, ihsanını düşünmeyi, yaratılanlarla O'nun varlığına, birliğine, kudretine, hikmetine yol bulmayı men etmemekte, fakat zâtının künhünü aklın idrâk edemeyeceğini, böyle bir düşünceye kapılanın aklına uyup sapıklığa düşeceğini bildirmektedir. Aynı zamanda, "Öyle bir mâbud-dur ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânâlara benzerlik gösterir âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlamak için mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların yorumlarını ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık O'na, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemezler" âyetine de işaret vardır (3, Âli İmran, 7). Mânaları apaçık âyetlere "Muhkemât", mânaları açık olarak belli olmayan âyetlere "Müteşâbihât" denir; bunları 1. hutbenin 9. notunda izah etmiştik; bakınız.
[18] - 26. sûrenin (Şuarâ') 97-98. âyetleridir. Bu kısmında Mücessime ve Müşebbihe'ye, yâni Allah Süphanehu ve Taâla'ya cisim isnâd etmek, O'nu insana benzetmek, O'na mekân isbâtına kalkmak gibi sapık inançlara kapılanlara, putları, O'na eşit, yâhut O'ndan daha kudretsiz, fakat O'nun katında şefaatçi sayanların da küfrüne işaret vardır.
[19] - Bu kısımda gök denen şeyin, boşluk olduğunu, boşluktaki cirmi saran hava tabakası bulunduğunu, yıldızların da, Güneş ve Ay'ın da döndüğünü, yürüdüğünü, medarları olduğunu, henüz göze görünmeyecek kadar uzak yıldızların mevcudiyetini bildirmektedirler. Nitekim 36. sûrenin (Yâ-Sîn) 38-40. âyetlerinde, "Ve Güneş de karar edeceği yere akıp gider; bu, üstün hüküm ve hikmet sahibi Mâbûd'un takdiridir. Ve Ay için de muayyen zamanlarda konaklar tayin ettik; her devrin sonunda, eski, kuru ve eğri hurma salkımının çöpüne döner. Ne Güneş, Ay'a yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi de bir gökte yüzüp durur" buyrulmaktadır. Aynı bölümde, 38. sûrenin (Sâffât) 6. âyetine de işaret edilmektedir.