Zamanın Yeterli Olması

Yeterli zamanın olmasından maksat, insanın, Allah'ı tanımanın kendisine farz olduğu vakitten ölene kadar geçirdiği ömrüdür; yani iyiyi kötüden ayırt etme gücünü elde edip baliğ olduğu vakitten tâ ölüm zamanına kadar olan süredir. Öyleyse kim hakkı aramaya koyulur, ama kemale erişemeden ölürse hayır üzere ölmüştür. Nitekim Allah-u Teâla şöyle buyurmuştur:

"Allah ve Resulüne doğru hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelip çatan kişinin ecri, (mükâfatı) kuşkusuz Allah'a aittir."[42]

Bu adam yeterli vaktin verilmemesi nedeniyle Allah'ın düsturlarına tam olarak amel etmeye muvaffak olmazsa bile mükâfatını alacaktır. Yine Allah-u Teâla, baliğ olmayanlara haram kılmadığı bazı şeyleri, baliğ olanlara haram kılmıştır. Bu konuda şöyle buyuruyor:

"İnanan kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakındırsınlar, ırzlarını korusunlar... süslerini kocalarından... ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler."[43]

Böylece kadınları, ziynetlerini çocuklara göstermekten men etmemiştir, dolayısıyla (baliğ olanlar için geçerli olan) hükümler çocuklar hakkında geçerli değildir.

Azığın Olması


Azık yani malî kudret ve ilahî vazifeyi yapmada kulun ihtiyaç duyduğu yeterli yiyecek .

Nitekim Allah-u Teâla konuyla ilgili olarak Kur’ân'da şöyle buyurmuştur:

"(Allah'a ve Resülüne karşı içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, şüphesiz infak etmek için bir şey bulamayanlara, hiç bir sorumluluk yoktur.) İyilik edenlerin aleyhinde de bir söz yoktur."[44]

Allah-u Teâla’nın infak etmeye bir şey bulamayanların özrünü kabul ettiğini, hac, cihad vb. şeyler için azığı ve bineği olan kimseleri de mazur görmediğini görmüyor musun? Böylece fakirleri de (zekât konusunda) muaf kılmıştır ve zenginlerin mallarında onlar için bir hak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:

"(Sadakalar) kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler."[45]

Böylece onların, mali vecibelerden muaf kılınmasını emredip güçleri yetmediği ve malik olmadıkları şeyler için hazırlanmayı da onlardan istememiştir.

İnsanı İşe Yönelten Sebebin Varolması


O insanı her işe sevkeden niyyetten ibarettir. Ona ait olan duyu organı ise kalptir. Öyleyse kim kalbinin inanmadığı bir din üze-reyken bir ameli yaparsa, Allah onun o amelini ondan kabul etmez. İşte bunun için, Allah-u Teâla münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Kalplerinde olmayanları ağızlarıyla söylüyorlar, Allah onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir."[46]

Daha sonra mü’minleri kınamak için şu ayeti Peygamber'e indirdi:

"Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz?"[47]

Dolayısıyla, kişi bir söz söylediğinde kalbi söylenene inanırsa niyeti onu, ameliyle sözünü tasdik etmeye zorlar; sözüne inanmadığında ise niyeti onu amele sevketmez. Hatta insan, bir engel dolayısıyla (zahirde) akidesine aykırı bir iş yapacak olursa bile Allah onun doğru niyetini kabul eder.

Nitekim Allah-u Teâla, (Ammar-ı Yasir. hakkında) şöyle buyurmuştur:

"Kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanarak (zahirde) küfre düşen kimse hariç...”[48]

Yine (kasıtsız ve iradesiz) yemin etme hakkında da şöyle buyurmuştur:

“Allah, sizi yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz."[49]

Öyleyse Kur’ân ve Peygamber’in hadisleri, kalbin bütün duyu organlarına malik olduğuna ve bu organların işlerini doğrulama gücüne sahip bulunduğuna, kalbin doğruladığı şeyi hiç bir organın iptal edemeyeceğine delalet etmektedir.

İşte bunlar İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın buyurduğu beş örneğin izahıdır. Bunlar, cebir ve tefvizin arasında yer alan hadd-i vasatı içermektedir. Eğer bu beş örnek insanın vücudunda toplanmış olursa,

Allah ve Resul’ünün buyurduğu bütün şeyleri yapması gerekir (artık onları terketmeye hiç bir özrü kalmaz). Eğer onlardan bir tanesi noksan olursa, o noksanlık oranında vazifeleri de azalır.

İnsanların, iki kavlin arasını (hadd-ı vasat akidesini) içeren istitaat vesilesiyle imtihan olunduklarına dair Kur’â’nî şahitler çoktur. O ayetlerden bazıları şunlardan ibarettir:

"Andolsun ki biz, sizden mücahid olanlarla, sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi de sınıyacağız (açıklayacağız).”[50]

"Ayetlerimizi yalanlayanları, yakında hiç anlamayacakları bir yönden derece derece helaka yaklaştıracağız."[51]

"Elif lâm mîm. İnsanlar, (yalnızca) iman ettik diyerek denenmeden bırakılıverileceklerini mi sandılar?"[52]

Sınamak manasına gelen "fitneler" hakkında da şöyle buyurmuştur:

"And olsun ki biz, Süleyman'ı sınadık."[53]

Hz. Musa'nın kıssasında da şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki biz, senden sonra kavmini sınadık. Samiri, onları şaşırtıp-saptırdı.”[54]

Yine Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın Allah'a: "Rabbim,... o senin fitnenden (sınamandan) başka bir şey değildir."[55] demesi buna bir örnektir.

İşte ayetler bunlardır, birbiriyle kıyaslanırlar ve birbirlerine tanıklık ederler.

İmtihan ve sınamak manasına gelen belva kelimesini içeren ayetlerine gelince şunlardan ibarettir: Allah Teâla buyuruyor ki:

"Ancak, size verdikleriyle sizi sınamak istedi."[56]

"Sonra (Allah) sizi sınmak için, sizi onlardan geri çevirdi."[57]

"Biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık."[58]

"O amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi ve güzel olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[59]

"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınadı."[60]

"Allah dileseydi elbette onlardan intikam alırdı; fakat (savaş) sizleri birbirinizle sınaması içindir.”[61]

Kur’ân'da "belva" lafzıyla geçen bütün ayetlerin örneği, üsteki mezkur ayetlerden ibarettir. Bunların hepsi sınamak manasınadır ve bunlara benzer ayetler Kur’ân'da çoktur.

Bu ayetler, imtihan ve sınamayı isbatlamaktadır. Allah-u Teâla, halkı abes olarak yaratmamıştır; onları kendi başlarına da bırakmamıştır, hikmetine oyun karıştırmamıştır. Nitekim kendisi şöyle buyrumaktadır:

"Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı mı sandınız?"[62]

Eğer bir adam: "Allah-u Teâla, kulların durumunu bilmediğinden mi onları sınıyor?" derse, şöyle deriz:

Hayır, öyle değildir. Allah-u Teâla, kulun amelinden önce bile onun ne yapacağını bilmektedir.

Nitekim (cehennem ehli hakkında) şöyle buyurmuştur:

"Geriye döndürülseler bile nehyedildikleri şeylere şüphesiz yine döneceklerdir."[63]

Onları sınamaktan maksat, adaletini onlara bildirmek ve ancak amelden sonra ve delil üzere onlara azap etmektir.

Nitekim şöyle buyurmuştur:

"Eğer biz onları bundan önceki bir azapla helak etmiş olsaydık şüphesiz diyeceklerdi ki: Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, küçülmeden ve aşağılanmadan önce senin ayetlerine tabi olsaydık."[64]

Yine buyurmuştur ki:

"Biz bir peygamber göndermekdikçe (hiç bir toplumu) azaplandırıcı değiliz."[65]

Ve (peygamberler hakkında da) şöyle buyurmuştur:

“Peygamberler, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak gönderildi.”[66]

Netice olarak, Allah-u Teâla, kulları onlara verdiği kudret vasıtasıyla sınıyor. İşte bu, cebir ve tefviz arasındaki orta yol olan akidedir. Kur’ân ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden olan imamlar da bunu buyurmuşlardır.

Bu ayet: "Allah dilediğini hidayet eder, dilediğini sapıklığa düşürür." ve buna benzer ayetler hangi söze delildir? (Cebir mezhebini te'yid etmiyor mu?) derseler, cevaben şöyle deriz:

Bu çeşit ayetlerin hepsi iki şekilde mana edilebilir; O manalardan biri şudur: Bu ayetler, Allah'ın kudretinden haber vermektedirler. Yani Allah-u Teâla, istediğini hidayet etmeye ve istediğini sapıklığa düşürmeye kadirdir. 

Ama eğer onları hidayet veya sapıklığa mecbur kılarsa, mektupta izah ettiğimiz gibi artık onlara sevap ve ceza gerekli olmaz.

O manalardan diğeri ise şudur: Allah'ın hidayeti, doğru yolu göstermek anlamını taşır. Nitekim Kur’ân'da şöyle buyurmuştur:

"Semud'a da gelince, biz onları hidayet ettik." (Yani onlara doğru yol gösterdik) "Fakat onlar körlüğü, hidayete tercih ettiler."[67]

Zira, eğer onları cebren hidayet etseydi o zaman sapıklığa düşmeye kudretleri olmazdı. Gördüğümüz müteşabih ayetleri, sarılmaya emrolunduğumuz muhkem ayetlere hüccet kılamayız.

Allah-u Teâla Kur’ân'da buyurmuştur ki: "Ondan kitabın temeli olan bir kısım ayetler muhkemdir (manası açıktır); diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onları te'vil etmek (olmadık yorumlar yapmak) için müteşabih olanına uyarlar."[68]

Yine buyurmuştur ki: "Öyleyse söz dinleyip de en güzeline -yani en muhkem ve en açığına- uyanlara müjde ver. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdiği kimselerdir ve onlar temiz akıl sahipleridir.”[69]

Allah, bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeyi söylemeye ve onunla amel etmeye muvaffak kılsın. Bizi ve sizi kendi minnet ve ihsanıyla masiyetten uzak eylesin.

Allah’a, O’nun layık olduğu şekilde sonsuz hamd olsun. Allah’ın salat ve selamı Muhammed ve pâk Ehl-i Beyt’ine olsun.

Allah, bize yeterlidir ve O ne güzel vekildir.

[1]- Bir işi birisine bırakmak; tefviz ehlinden maksat; Allah’ın, insanların işlerini kendilerine bıraktığına inanan ve tarihte Kaderiyye fırkası diye tanınan fırkadır. Cebriyye fırkası ise bunun aksine yaratıkların bütün işlerinde mecbur olduklarına inanan fırkadır.

[2] - Maide/55,56.

[3]- Ahzab/57. Peygamber'e eziyet etmek, Allah'a eziyet etmektir; Peygamber'in Ehl-i Beytine eziyet etmek de Peygamber'e eziyet etmektir.

[4]-Yani sürekli hamle eden ve düşmandan kaçmayan.

[5]- Kehf/49.

[6]- Hac/10.

[7]- Yunus/44.

[8]- Bakara/81.

[9]- Nisâ/10.

[10]- Nisâ/56.

[11]- Bakara/85.

[12]- En’âm/160.

[13]- Âl-i İmrân/30.

[14]- Mü’min/17.

[15]- Bu ihtimal, Allah hakkında kesinlikle batıldır.

[16]-Zümer/7.

[17]-Âl-i İmran/102.

[18]- Zariyat/56,57.

[19]-Nisâ//36.

[20]- Enfal/20.

[21]- Bakara/85.

[22]- Zuhruf/31.

[23]- Mekke'nin ileri gelenlerindendir.

[24]- Taif'in ileri gelenlerindendir.

[25]- Zuhruf/32.

[26]- Ahzab/36.

[27]- Güç ve imkan sahibi olmak.

[28] - İsrâ/70.

[29]- Tîn/4.

[30] - İnfitar/6-8.

[31]- Hac/37.

[32]- Nahl/14.

[33]- Nahl/5,6,7.

[34]- Teğabun/16.

[35]- Bakara/286.

[36]- Talâk/7.

[37]- Nur/61.

[38]- Âl-i İmran/97.

[39]-Zıhar, bir insanın karısına “senin sırtın anamın sırtı gibidir (yani sen, adeta benim anamsın)” diyerek ondan uzaklaşmak, ayrılmak istemesidir.

[40]- Mücadele/3,4.

[41]- Nisâ/98.

[42]- Nisâ/100.

[43]- Nur/31.

[44]- Bakara/273.

[45]- Bakara/273

[46]- Âl-i İmran/167.

[47]- Saff/2.

[48]- Nahl/106.

[49]- Bakara/225.

[50]- Muhammed/31.

[51]- A'raf/182.

[52]- Ankebut/1,2.

[53] - Sâd/34.

[54]- Tâhâ/85.

[55]- A'raf/155.

[56]- Mâide/48.

[57]- Âl-i İmran/152.

[58]- Kalem/17.

[59]- Mülk/2.

[60]- Bakara/124.

[61]- Muhammed/4.

[62]- Mü’minun/115.

[63]- İsrâ/15.

[64]- Tâhâ/134.

[65]- İsrâ/15

[66]- Nisâ/165.

[67]- Fussilet/17.

[68]- Âl-i İmran/7.

[69]- Zümer/18.