Hz.Ali (a.s)’ın Kabrinin Bulunması

İhtiyar adam cevaben; “Ben sırrını biliyorum, fakat söylersem can güvensizliğimi kaybederim” dedi. Halife güvenlik verince ihtiyar adam şöyle dedi: “Babamla birlikte buraya geldik, babam bu tepenin üzerini ziyaret edip orada namaz kıldı, babama; “Burada ne vardır?” diye sordum. Babam cevabımda şöyle dedi: “İmam Cafer Sadık (a.s)’la birlikte burayı ziyarete geldik, İmam Sadık (a.s); “Burası ceddimiz Ali bin Ebi Talip (a.s)’ın kabirdir, yakında aşikar olacaktır.” buyurdular.

Halife o yerin kazılmasını emretti, orayı kazıp bir kabir alametine ulaştılar, orada iki satır Süryani yazısıyla yazılan bir levha gördüler, o levhadaki yazıyı tercüme ettiklerinde şu sözler çıktı: “Bu Nuh peygamberin tarafından yedi yüz yıl önce Muhammed (salllahu aleyhi ve alih)’in vasisi olan Ali için kazdığı kabirdir.”

Harun bu durumu görünce o kabre çok ihtiram edip toprakları tekrar kendi yerine dökmelerini emretti, kendisi de bineğinden aşığı inip abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, çok ağladı ve kendisini o mutahhar kabrin üzerine attı. Daha sonra Hz. Musa bin Cafer (a.s)’ın huzuruna bir mektup yazarak bu olayın O Hazretten sorulmasını emretti. Hazret onların sorusunun cevabında şöyle yazdı: “Evet, orası değerli ceddim Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın kabridir.

Harun kabrin üzerinde taşla bir bina yapılmasını emretti, bu bina “Tahcir-i Harun” diye meşhur oldu. Daha sonra bu haber diğer şehirlere yayıldı. Müminler etraftan yolculuk yüklerini bağlayıp O Hazretin ziyaretine geliyorlardı. İşte bundan dolayı Cenab-ı “Seyyid İbrahim Mücab” da fırsat bulur bulmaz Şiraz şehrinden Hazretin ziyareti için yola çıktı. 

Kerbela-i Müalla’yı ziyaret edip ondan ayrıldıktan sonra, Hakkın nidasına lebbeyk deyip dünyadan göçtü ve değerli ceddi İmam Hüseyin (a.s)’ın civarında defnedildi. Şimdiye kadar mübarek kabri Hz. Hüseyin (a.s)’ın revakının kuzey batısında dostlarının ziyaretgahıdır.

Hz. Ali (a.s)’ın Medfeni Hakkındaki İhtilaf


Hafız: Ama ben böyle açık ve kesin buyurmanızla birlikte mevlamız Hz. Ali’nin (kerremullahu vechehu) kabrinin Necef’de olduğunu sanmıyorum. Çünkü alimler onda ihtilaf etmişlerdir; bazıları Kufe’nin Kasr’ül- imare’sinde, bazıları Kufe’nin mescid-i camisi’nin kıble tarafında, bazıları Kufe camisinin Bab’ul- Kinde’sinde, bazıları Kufe Rahbe’sinde ve bazıları da Baki kabristanında olduğunu söylemişlerdir. 

Bizim Afganistan’ın (baş şehri) Kabil’in yakınlarında da Mezar-ı Ali isminde anıt vardır; diyorlar ki mevlamız Ali’nin cenazesini bir sandığa bıraktılar sonra onu bir devenin üzerine bağlayıp Medine’ye doğru götürdüler; bazıları sandığın içerisinde değerli eşyaların olduğunu sanarak onu çaldılar; sandığın ağzını açtıklarında Hazretin mübarek cesedini gördüler, (bu durumla karşılaşınca) onu Kabil’e getirip orada defnettiler. İşte bundan dolayı o bölgenin halkı o anıta ihtiram ediyorlar.

Davetçi: Bütün bu ihtilaflar O Hazretin, kabrinin gizli kalmasını emretmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Bu hakir (ben) tafsilatıyla izah etmek istemedim. Nitekim İmam Cafer bin Muhammed’in- es- Sadık (aleyhum’es- selam)’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir:

“Hz. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) vefat anında oğlu İmam Hasan’a şöyle buyurdu: “Necef’de beni defnettikten sonra kabrimin yerini kimse bilmemesi için şu dört yerde kabir kaz: 1- Kufe Camisi’nde. 2- Rahbe’de. 3- Cadet-u Hübeyre’nin evinde. 4- Ğariy’de.”

Elbette bu ihtilaf sizin alimleriniz arasındadır. Çünkü onlar herkesin sözüne itina gösteriyorlar. Ama Şia alimlerinin O Hazretin mübarek kabrinin Necef’ul- Eşref’de olmasında görüş ittifakları vardır. Çünkü onlar hadislerini tertemiz ve mutahhar Ehl-i Beyt’ten almışlardır. Ehl-i Beytin de, beyt’te (evde) olan şeyleri (başkalarından) daha iyi bilmeleri doğal ve apaçıktır.

“Hz. Ali’nin mezarı Kabil’in yakınlarındadır.” buyurduğunuz söze gelince; bu söz gerçekten çok gülünçtür, bu meşhurluk tamamıyla yalandır ve bu olay doğru bir haberden daha çok efsaneye yakındır.

Daha çok sizin alimlerinize hayret edilmelidir. Çünkü her yerde mutahhar Ehl-i Beyt’ten ve O’nların sözlerinden uzak durmuşlardır; hatta ihtilaf çıkmaması için babalarının kabrinin yerini evlatlarına sormaya bile hazır olmamışlardır. Çünkü ev halkı evde olanı daha iyi bilir; O Hazretin evlatlarının babalarının defnedildiği yeri başkalarından daha iyi bilmeleri (gün gibi) apaçık ortadadır.

Eğer o mezkur yerlerden her hangi birisi doğru olsaydı kesinlikle Eimme-i Ethar[37] kendi Şiarlarına haber verirlerdi; oysa ki onların aksine Necef’ul- Eşref’i takviye etmişlerdir; hatta kendileri bile O Hazretin Necef’deki kabrinin ziyaretine gitmiş ve şiaları da O Hazretin Necef'deki kabrinin ziyaretine teşvik etmişlerdir.

Sibt bin Cevzi “Tezkire” kitabında muhtelif rivayetler zikretmiştir; o yere kadar ki şöyle diyor:

“Altıncı rivayet de şudur ki: Hz. Ali (a.s)’ın kabri, bugün bütün halkın ziyaretgahı olan “Necef’ul- Eşref” şehrindedir. Bu rivayet daha aşikar ve yaygın ve meşhurdur.”

Yine diğer alimleriniz, örneğin; Hatib-i Harezmi, “Menakıb” kitabında Hatib-i Bağdadi, kendi tarihinde, Muhammed bin Talha-i Şafii “Metalib’üs- Süul” kitabında İbn-i Ebi’l- Hadid, “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”da Firuz Abadi kendi Kamus’unda (Necef maddesinde) vs. O hazretin defnedildiği yerin Necef’ul- Eşref olduğunu yazmışlardır.
İbrahim Mücab’ın Evlatları

Velhasıl el-Kalem-u yecurr’ul- kelam (söz sözü getirir) münasebetiyle asıl mevzudan uzaklaştık İbrahim Mücab (r.a)’in Kerbela-i Müalla’da vefatında sonra o cenaptan Ahmed Muhammed ve Ali isminde üç seçkin erkek evlat yadigar kaldı; bunların her üçü de cedlerinin dinini tebliğ etmek için o zaman Dar’ül İmare[38] olan İran’a doğru hareket ettiler. Cenab-ı Ahmed “Kasr-ı İbn-i Hübeyre”ye giderek oraya yerleşti; evlatları orada çok meşhur oldu ve hepsi dine hizmete meşgul oldular.

Cenab-ı Muhammed (Hairi ismiyle meşhur) Kirman’a teşrif buyurdular o cenaptan Ebu Aliyy’ül- Hasan Muhammed Hüseyin Şeyyiti ve Ahmed isminde üç çocuk yadigar kaldı, onlara çok şerefli torunlar nasip oldu. Muhammed Hüseyin ve Ahmed Kerbela’ya döndüler ve değerli atalarının kabri kenarında ömürlerini sona erdirdiler. 

Onların neslinden Kerbela ve çevresinde meşhur büyük kabirler vardır. Örneğin muhterem Âl-i Şeyyiti ve Âl-i Fihar seyyidlerinin kabilesi ki cenab-ı Muhammed Hüseyin Şeyyiti’nin soyundandırlar ve Âl-i Ebu Nasır ve Âl-i Tu’me Seyyidleri de astane-i kuds-i Hüseyni’nin (ervahuna fedah)[39] muhterem hizmetçilerindendirler; onlar da cenab-ı Ahmed’in soyundandırlar.

Cenab-ı Aliyy’ul- Hasan da Şiraz’a yerleştiler, Şiraz halkı mutaassıp Ehl-i Tesennün’den, genellikle nasibi ve Havariç takipçilerinden ve Ehl-i Beyt’e karşı özel bir adavetleri olduklarından dolayı alenen seyyidlik ismiyle ortaya çıkmadılar. İşte bundan dolayı Arap elbisesiyle şehrin kenarındaki çukur bir yerde[40] evler yapıp ortaya yerleştiler. Şiraz’ın “Serezdek” mahallesinde evleri olan Şia aileleri muazzam İmam zadelerle ilişki kurdular, onlar da gizli bir şekilde dini tebligatlar ve velayet hakikatlerini yaymaya meşgul oldular.

Cenab-ı Ebu Ali Ahmed vefat ettikten sonra o cenab’ın büyük oğlu olan Ebu Tayyib tebligat alanını genişletti, yavaş-yavaş şöhreti artmaya başladı, muhaliflerden çoğu hidayet olup hak yolunu buldular. Artık Şia topluluğu çoğalmaya başladı. Muazzam İmam zadelerin tebligat ve teşebbüsleri eserinde önemli teşkilatlar kuruldu; hatta Şiraz’da “Sadat-i- Abidi ve Mücabi” isminde tebligat minberleri yapıldı.

Kendi akrabalarını, dini tebliğler yapmak için çevre köylere gönderiyorlardı; biraz olsun bile dini hizmet ve tebliğler yapmaktan usanmıyorlardı.

Onların tebligat alanı İran’ın etrafındaki şehirlerde gittikçe genişliyordu. Şialığı seçen “Diyaleme” zamanında Gazan Han (Mahmud) ve Moğol Ülcayitu (Sultan Muhammed Hudabende) saltanatı döneminde ve tamamiyle özgür oldukları Safeviye zamanında Şia alemine büyük hizmetler yaptılar; İran şehirlerinin çoğunda Şia-i İmamiyye mezhebi hakikatleri bu yüce hanedan vesilesiyle yayılmış oldu.

Şiraz Seyyidleri Tahran’da


Merhum “Fethali Şah Kacar”ın saltanat döneminin sonlarında Merhum seyyid’ul- Fükaha-i ve’l Müctehid, allame-i kebir hacı seyyid “İsmail Müctehid Mücabi”nin en seçkin evlatlarından olan bizim büyük ceddimiz merhum “Seyyid Hasan-i Vaiz-i Şirazi” (tabe serah) mukaddes Meşhed’de İmam Rıza (a.s)’ın kabri şerifini ziyaret edip döndükten sonra Tahran’a geldiler, ilim sever şahin şah tarafından ona çok ilgi gösterilip Tahran’da kalması rica olunmuştur.

Dini vazifesi gereğince o saygı değer cenap, şahın ricasını kabul ediyor. O zamanlar, Tahran’da alimlerin dini meseleler beyan ettikleri camilerden başka bugünkü gibi diğer tebliği meclisler adet ve mütedavil değildi; tekkelerde sadece taziye ve ağıt okuma merasimleri düzenleniyordu; onlardan en önemlisi şahin şah devletinin tekkesindeki düzenlenen meclislerdi.

İşte bundan dolayı saygı değer Seyyid Hasan’ın düsturu ve şahin şahın onaylamasıyla tekkeler, ağıt ve taziye vakitlerini tebliğ meclislerine dönüştürdüler.

Tahran’da il tebliğ toplantısının temelini atan ve tebliğ minberleri kuran, büyük babam olan merhum ağa Seyyid Hasan-ı Vaiz-i Şiraz’ı olmuştur. Bu toplantılar, müctehid ve taklit mercilerine hedefleri doğrultusunda çok yardımcı olmuştur.

İşte bunun için merhum seyyid Hasan, merhum Hacı seyyid İsmail-i Müctehid’in kendi ceddi olan ve Şiraz’da bulunan bizim babamıza bir mektup yazıyorlar. Bunun üzerine kırk kişiye aşkın kendi evlatları arasından ağa seyyid Cafer, ağa seyyid Rıza müctehid-i fakih, hacı seyyid Abbas, ağa seyyid Cevad, ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim, ağa seyyid Kazım ve ağa seyyid Fetullah Tahran’a gidiyorlar.

Kazvin halkının daveti üzerine cenab-ı ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim ve ağa seyyid Kazım tebliğ için o bölgeye gönderiliyor. O üç seyyidin neslinden olan Mücabi seyyidleri şimdi de o bilgede meşhur ve marufturlar.

Merhum seyyid Hasan’ın kendisi de diğer kardeşleriyle birlikte Tahran’da tebliğ mescitleri düzenleyip gittikçe bu tebliğ alanını genişletiyorlar, mihrap ve minber vesilesiyle şer-i enveri (nurlu şeriatı) yaymaya çalışıyorlar. H. 1291 yılında merhum Seyyid Hasan (r.a) vefat ediyor. Ondan sonra silse-i celile-i sadatın riyaseti (reisliği) o merhumun reşit oğlu (ve benim büyük babam olan) merhum seyyid Kasım-ı Bahr’il- Ulum’a intikal ediyor. 

Çünkü silsile-i celile-i sadatın bu güzel riyaset elbisesi, o zaman bin kişi civarında olan Şirazî Sadatının büyük hanedanı arasında zühde, vera ve takvada meşhur, makul ve menkulu[41] cem eden, usul ve füru’u ihtiva eden zamanın nabığası (üstün zekalısı), ilim, amel ve siyasette tam meşhur olan sadece o şanı yüce seyyide uygun gelip yakışıyor.

Merhum Bahr’il- Ulum’un Allah’ın rahmetine kavuştuğu[42] H. 1308 yılından bu zamana kadar, bu şan-ı yüce hanedanın riyaseti, hami’uş- Şia, muhy’iş- şeriat, nasır-ı milleti ve’d din, mürevvic-u ahkam-u seyyid’ul- mürselin, sikat’ul- İslâm ve’l- Müslimin, ferid’üd- dehr, vahid’ul- asr ve Kacar şahı Nasreddin tarafından “Eşref’ul- Vaizin” lakabıyla meşhur olan yüce ceddimiz Hz. ağa seyyid Ali Ekber (damet berekatüh) iledir.

Bu yüce insan seksen yıla yakın tehvid sancaktarı olmuş ve çeşitli olaylar özellikle son asrın hadiseleri, din düşmanları ve yabancılar karşısında tam bir cesaret, fedakarlık ve sonsuz bir kudretle durup sebat ve istikametle din-i mübin-i yaymakta çabalar sarf etmiş, ahkamı yaymakta, menhiyat-ı (nehyedileni ) önlemekte, tertemiz İslam şeriatının düsturlarını korumakta, hakikatleri iblağ etmekte ve ilim merkezlerini genişletmekteki hizmetleri dost ve düşman tarafından tasdik ve teyit olmuştur.

O kadri yüce şahsın güneşten daha aşikar olan sihirli beyan ve etkileyici sözleri çeşitli zaman ve mekanlarda ulema-i a’lam ve meraci-i taklid’in teveccüh ve dikkatini çekmiştir.

Özellikle hüccet’ül- islamlar, ayetullahlar, taklid merciileri, asrın üstün zekalıları merhum hüccet’ul- islam hacı mirza Muhammed Hasan-ı Şirazi-yi Bozorg (13. Yüz yılda Ehl-i Beyt mezhebini canlandıran kişi), hacı mirza Habibullah-i Reşti, hacı şeyh Zeynülabidin-i Mazenderani, hacı mirza Hüseyin, hacı mirza Halil-i Tahrani, ağa seyyid İsmail Sadr-i İsfehani ve ağa mirza Muhammed Taki-yi Şirazi 

(kaddesellah esrarehum), özellikle ilim şehri Necef’ul- Eşref’de oturan bu karmakarışık asırda fırka-i naciye-i İmamiyye’nin riyasetini üstlenen fakih-i Ehl-i Beyt-i ismet ve’t- taharet seyyid’ul- fükaha ve’l- müçtehidin, ayetullahi fi’l- arazin, nabiğat’üd- dehr hazreti ağa Seyyid Ebu-l Hasan-ı İsfehani (metteallah’il- Müslimine be-tul-i bekaih) o şanı yüce seyyidin (Eşref’ul- Vaizin) hakkında haddinden fazla lütuf ve muhabbet izhar eylemişlerdir. [43]

Seyyid Ebu’l- Hasan-ı İsfehani gerçekten ilim, bilgi ve hüsnü siyasette “Ene medinet’ul- ilm ve Aliyyün babuha” bayrağını, bir dünya muhalif karşısında nâsutun (beşeriyet aleminin) sarayı üzerinde yükseltmeyi, Mavera-ü Bihar’a kadar İslam ahkamını yaymayı ve çeşitli millet ve inançlara sahip olanlardan birçok grupları, İslam havzasına (ilim merkezine) ve mezheb-i hakka olan Caferi Mezhebi’ne girmelerine sebep olmayı başarabilmiştir.[44]

Yine üstatların üstadı ve Kum’un İlahi ilimler medreselerinin müdüriyeti elinde olan mukaddes zat ayetullah’il- uzma ağayı hacı şeyh Abdulkerim-i Hairi-yi Yezdi (mudde zilluh’ul- ali)[45] haddinden ziyade değerli babamıza önem verip teyit etmiştir; daima Seyf’ul- İslam (İslam’ın kılıcı) unvanıyla onu muhatap kılmıştır. Çünkü kesici dil kılıcının gücüyle küfr, ilhad, zındıklık ve fesat sarayının temelini sarstığını, i’la-i kelimetullah ve mezheb-i hakka’yı yaymak yolunda cihat ve fedakarlık yapmaktan çekinmediğini müşahede ediyordu.

Allah’ın verdiği otorite ve güçle, bir an bile mülhitleri ve İslam düşmanlarının zehirli hedeflerini etmek yolunda rahat oturmamıştır. Dahili ve harici düşmanların, o âlicenabın maksat ve hedefinin önünü almak için yaptıkları çabalara rağmen daima genel olarak İslam dini ve milletini, özel olarak da hak olan Caferi Mezhebi’ni savunmuş ve onlara hizmetleri olmuş ve olmaktadır.

Velhasıl şimdiye kadar bu silsile-i celile Tahran ve çevresinde, Sadat-i Şirazi, Abidî ve Mücabî ismiyle daima şeriata hizmet etmiş ve gereken vazifelerini yapmışlardır. Muhaliflerin baltaları, suçlama ve iftiraları karşısında kararlılık gösterip güzel bir şekilde imtihanlarını vermişlerdir. İşte bu “Neden İran’a gittiniz ve ne için gittiniz?” şeklindeki sorduğunuz soruya, bu silsile-i celile’nin uzun hayatından kısaca arz ettiğin cevaptır.

Bu büyük hanedanın hedef ve maksadı, İmam Musa Kazım (a.s)’ın oğullarından olan cenab-ı “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve “Seyyid İbrahim Mücab”ın zamanından (takriben 1300 yıl oluyor) şimdiye kadar İslam dini ve şeriatına hizmet etmek olmuştur ve daima şu ayeti; “Allah’ın risaletini (İlahi mesajı) tebliğ edenler ve O’ndan korkanlar, Allah’ın dışında hiç kimseden korkmuyorlar. 

Allah hesap görücü olarak yeter.”[46] göz önünde bulundurarak tebliğ kürsüsünde oturup Allah’ın dışında hiç kimseden korkmadan, tam bir sebat ve istikametle Allah’a dayanarak gereken vazifelerini yapmışlardır.

Müzakerat buraya ulaştığında “Seyyid Abdülhay” saatine bakıp şöyle buyurdular: “Geceden hayli bir zaman geçmiştir, izin verirseniz diğer sohbetler yarına kalsın; yarın inşaAllah sohbet etmek ve vaktimizin daha çok olması için biraz erken geliriz.”

Davetçi de (kendisini kastediyor) tebessüm ederek güler yüzle muvafakat etti. Çay içip Hindistan çerezlerinden yedikten sonra ayağa kalktılar; biz de samimiyet ve sevgiyle onları uğurladık.