Gerçeklerin keşfi için bu konu üzerinde biraz izahta bulunmak istiyorum, o da şu ki; iman ve İslâm arasında farklılık olarak umum-u mutlak ve umum-u min vech (bir açıdan genel ve özel
ilişki türü) vardır.[16]
İmanın birçok mertebesi vardır, Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler, ihtilafları ortadan kaldırmakta ve apaçık gerçeği keşfetmektedir.
Amr-i Zübeyri’den naklen, İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“İmanın birçok halet, derece, tabaka ve mertebeleri vardır; onlardan bazısı, noksanlığı açık olan eksiktir; bazısı, üstünlüğü fazla olan ağır basandır; bazısı, tamamlığı nihai derecede olan
tam ve kamildir.”
Nakıs iman insanın kendisiyle küfür dairesinden çıkıp Müslümanlara katıldığı, böylece de can, mal, namus ve kanını koruma altına aldığı imanın ilk mertebesidir.
Ama bilindiği gibi hadisteki racih (üstünlüğü ağır basan) iman; imanın bazı sıfatlarına sahip olması vasıtasıyla o sıfatlara sahip olmayan kimsenin imanından üstün olan bir kimsenin
imanıdır.
Bu sıfatlardan bazısına “Kafi” ve “Nehc’ül- Belağa” gibi hadis kitaplarında menkul hadislerde işaret edilmiştir. Nitekim Cafer bin Muhammed Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah-u Teala imanı yedi şey üzere karar kılmıştır: İyilik, doğruluk, yakin, rıza, vefa, ilim ve hilim. Daha sonra Allah-u Teala bu sıfatları insanlar arasında bölmüştür. öyleyse
bu yedi kısım iman (özellik) olan kimde olursa, o kamil mümindir.”
O halde bu iman sıfatlarından bazısına sahip olanın imanı, bu sıfatların hiçbirine sahip olmayan kimsenin imanına tercih edilir.
Ama kamil iman, bütün övülmüş sıfat ve beğenilmiş ahlaka sahip olan kimsenin imanıdır. O halde İslâm, imanın ilk derecesi olan Allah-u Teala’nın birliği ve Muhammed (s.a.a)’in nübüvvetine
ikrar etmekten ibarettir.
Ama din ve imanın hakikati, böyle bir insanın kalbine henüz girmemiştir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinden bazısına şöyle buyurmuştur:
“Ey diliyle Müslüman olduğunu söyleyip de kalbine iman ihlası girmemiş topluluk!”
Şüphesiz iman ve İslâm arasında fark vardır. Ama bilindiği gibi biz de insanların batınını bilmekle görevli değiliz. Ben dün gece de Müslümanların arasına ihtilaf ve ikilik tohumunun
atılması gerektiğini ima eden bir söz söylemedim. müminin alametinin, amelleri olduğunu söyledim. Ama bilindiği gibi bizim Müslümanların amellerini teftiş etme gibi bir görevimiz
yoktur.
Lakin gafil olanları amel etmeye sevk etmek ve zahirden batına, suretten manaya yönlendirerek imanın apaçık gerçeğine ermelerini sağlamak için mutlaka imanın alametlerini anlatmak
zorundayız. Böylece ahirette kurtuluşun sadece amel ile olduğunu bilsinler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
“İman; dil ile ikrar, kalp ile itikat ve organlarla amel etmektir.”
O halde dil ile ikrar ve kalp ile itikat; amelin ön hazırlığıdır. Dolayısıyla “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah” (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir) diyen, ama
farzları terk eden ve nehiylerden uzak durmayan bir kimseyi mümin sayamayız. Lakin zahirde onu kendimizden uzaklaştırmaz, onunla İslâm çerçevesinde muaşerette bulunuruz.
Ama öte yandan da bu dünyanın bir hazırlık aşaması olduğunu, ahiret aleminde böyle bir insanın kurtuluşa eremeyeceğini de biliyoruz. Orada kurtuluş sadece halis ve salih amellerle
mümkündür. Nitekim “Asr” suresinde şöyle buyurulmaktadır:
“Asr’a and olsun ki, iman edenler ve salih amelde bulunanlar dışında tüm insanlar hüsrandadır.”
O halde Kur’ân hükmü gereği imanın esası salih ameldir; ameli olmayanın dil ve kalple inancı olsa da iman etmiş olduğu söylenemez.
Ehl-i Sünnet Kur’ân-ı Kerim’in Aksine Şii Müslümanları Reddetmektedir!
Burada bizzat kendi sözlerinizi senet alarak şöyle diyorum; eğer sizler zahire hükmediyor ve “La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah (s.a.a)” (Allah’tan başka İlah yoktur, Muhammed O’nun
elçisidir) diyeni Müslüman, mümin ve kardeşiniz sayıyorsanız, o halde neden Allah-u Teala’nın birliğini ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nübüvvetini ikrar eden,
bir kıble ve bir kitaba inanan, farzları nafileleriyle yerine getiren, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, haramlardan kaçınan, humus ve zekat veren ve cismani dirilişe inanan Şii
Müslümanları ve Ehl-i Beyt (a.s) taraftarlarını kafir, müşrik ve Rafızi sayarak, kendinizden uzaklaştırıyorsunuz? Harici, Nasibi ve Emevilerin tebligatlarının etkisinin halen üzerinizde olması
gerçekten şaşırtıcıdır!
Aslında Müslümanları asıl ikiye bölen ve nifak çıkaranlar sizlersiniz. Çünkü sizler yüz milyondan fazla Müslüman, mümin ve muvahhidi reddediyor, onları kafir, müşrik ve Rafızî
sayıyorsunuz.
Halbuki bilindiği gibi onların müşrik ve kafir olduğuna dair en küçük bir deliliniz de yoktur. Dedikleriniz hep iftira, konuları karıştırma ve safsatadır.
Kesin olarak bilin ki; bu tahrikler, Müslümanları bölüp parçalamak ve onlara hakim olmak isteyen dış güçlerinin oyunudur.
İmamet ve velayet dışında, ahkam ve kaide usullerinde hiçbir ihtilafımız yoktur. Eğer ahkamın teferruatındaki ihtilafları söyleyecek olursanız, bu tür ihtilaflar bizden çok, bizzat kendi
dört mezhebiniz arasında daha şiddetlidir.
Şu anda Hanefilerin; Malikiler, Şafiiler veya Hambelilerle var olan ihtilaflarını saymayı yararlı görmüyorum. İlahi adalet mahkemesinde Şii Müslümanların, şirk ve küfürlerine dair ikame
edebileceğiniz iftira ve bağnazlık dışında bir delilinizin olduğunu sanmıyorum.
Ehl-i Sünnet kardeşlerin gözünde Şii Müslümanların affedilemeyecek tek günahı; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadislerini, hüküm ve emirlerini, kendi heva heves ve kıyaslarıyla değiştirmemesi
ve kendi fakihlerinizin, hatta büyük halifelerinizin bile reddettiği Ebu Hureyre, Enes ve Semure gibileri, kendisi ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) arasında aracı kabul
etmemesidir.
Haricilerin, Nasibilerin ve Emevilerin tahrikine kapılarak onların Şiiler hakkında attıkları iftiraları maalesef ciddiye almış ve büyük saymışlardır.
Şiilerin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i İzlemelerinin ve Dört Mezhep İmamını Taklit Etmemelerinin Nedenleri
Şiiler bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle Ehl-i Beyt (a.s)’ı izlemektedir. Şiiler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bizzat ümmetine açtığı kapıyı kapatmayı câiz görmüyor, gönüllerinin
istediği bir kapıyı da açmıyorlar.
Ehl-i Sünnet’in Şiilere yaptığı en büyük itirazları; neden dört mezhep imamlarını değil de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden olan on iki İmamı taklit etmeleridir.
Halbuki bilindiği gibi sizler Müslümanların usulde Eş’ari veya Mutezili, füruda ise Maliki, Hanefi, Hanbeli veya Şafii olması gerektiği hakkında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den asla bir delil
getiremezsiniz.
Ama bilindiği gibi tam aksine bizzat sizin ravilerinizin de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den rivayet etmiş olduğu birçok rivayet (ki bizde mütevatirdir), Ehl-i Beyti Kur’ân’la eşitlemekte ve
ümmete Ehl-i Beyt’i takip etmeyi emretmektedir.
Sekaleyn, Sefine (Gemi), Hıtta Kapısı ve önceki geceler yeri geldiğinde senetleriyle birlikte takdim ettiğim diğer birçok hadis bunu göstermektedir. Bunlar sizin alimlerin muteber
kitaplarında yer alan ve Şiiler için en büyük sağlam senet olan rivayetlerdir.
O halde siz de kendi kitaplarınızdan bile olsa usulde Eb’ul- Hasan Eş’ari, Vasıl bin Ata ve benzerlerini; füruda ise, dört mezhep imamlarınızdan birini takip etmek gerektiğini emreden bir
tek nebevi hadis söyleyebilir misiniz?
Beyler, biraz da olsa adet ve bağnazlıklarınızı kenara itiniz, Şii Müslümanların ne günahı var! Eğer sizin kitaplarınızda Ehl-i Beyt’i takip etmek gerektiğini söyleyen muteber rivayetlerden
yüzde biri dahi mezhep imamlarınızdan biri hakkında rivayet edilmiş olsaydı biz de kabul ederdik.