(Allah'a hamd-ü senâdan, Rasûlüne ve soyuna salâ-tü selâmdan)
Sonra Huneyfoğlu, Basralılardan bir bölüm, duyduk ki seni düğüne çağırmış; sen de hemen gitmişsin. Renk-renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları
çağrılmayan, zenginleri dâvet edilen bir topluluğun dâvetine icâbet edesin. Dişlediğin yemeğe bir bak, haram helâl olduğunda şüphen olursa at o yemeği ağzından; helâl olduğunu iyice bilirsen
birazcık ye.[4]
Bil ki her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı bir imâmı vardır. Gene bil ki sizin imâmınız, dünyasında köhne bir elbiseyle iki parça ekmeği kendisine yeter
bulmaktadır. Bilirim, sizin buna gücünüz yetmez; yetmez ama çekinip gayret ederek, temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret göstererek yardım eden bu yolda bana; gücünüz yettiği kadar yolumda
olun. Andolsun Allah'a ki ben dünyanızdan ne bir gümüş, ne bir altın toplayıp biriktirdim ne şu çok ganimetlerden bir mal yığdım, ne de üstümdeki yıpranmış elbiseden başka bir elbise
aldım.
Evet, gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya yüzünden, elimizde bir Fedek vardır; ona da toplumun bir kısmı haris oldu, bir kısmı cömertlik etti; Allah ne de güzel hükmedicidir. Ben ne yapayım
Fedek'i, yahut ondan başka bir yeri ki bu nefsin konağı, yarın mezardır; onun karanlığında eseri bile kalmaz, haberi bile yiter gider, duyulmaz. O mezarı açan, elleriyle genişletse bile taş,
kerpiç düşer, yığılır, toprak dökülür dapdaracık bir hâle getirir. Şimdiden nefsimi takva ile riyâzete alıştırayım ki en büyük korku gününde eminliğe erişsin; mahşerin kaygan yerinden
sürçmesin.
Dilesem ben de yağlar ballar bulurum; buğday ekmeğinin hâlisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç?
Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki Hicaz'da, yahut Yemâme'de belki yoksullar vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki
çevremde aç karınlar, yanmış, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır. Nitekim deyen de demiştir:
Sen karnı tok olarak yatmadasın;
Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu dert yeter sana.[5]
Râzı olur muyum ki bana Emir'ül-Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım, yahut da darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara muktedâ sayılmayayım? Derdi
günü, güzelim otları otlamaktan başka bir şey olmayan bağlı, yahut süprüntülerde yiyecek bulup yemekten başka bir şey düşünmeyen, sâhibinin maksadından haberi bile olmayan bir hayvan değilim, o
çeşit yaratılmadım ki ben. Yahut da işsiz-güçsüz terk edileyim, yahut asılsız lâflarla uğraşayım, yahut sapıklık ipini çekeyim, yahut da şaşkınlık yoluna düşeyim; bunun için yaratılmadım
ben.
Sanki görüyorum, diyeniniz diyor ki: Ebu-Tâliboğlu'nun yediği buysa, akranlarıyla savaşa yiğitlerle harbe gücü yetmez, zayıflar, elden ayaktan düşer. Oysa ki bilin; sahralardaki ağaç daha
kuvvetlidir; güzelim bağlarda, bahçelerde biten ağaçlarınsa gücü azdır. Ovalarda biten otlar, daha kuvvetli yanar, közü daha geç söner. Biz Rasûlullah'la bir kökten bitmiş iki ağacız; onun
kolunun pâzısıyım ben.[6] Vallahi Arap birleşse de benimle savaşa kalksa, yüz çevirmem, fırsat çağlarında boyunlarını kırarın onların. Şu ters adamdan, şu baş aşağı bedenden yeryüzünü temizlemeye
uğraşıyorum; böylece de ekin, aralarındaki taştan, topaçtan kurtulsa diyorum.[7]
Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünyâ; senin tırnaklarından kurtuldum, tuzaklarından çıktım, yollarından çekildim ben. Nerede oyunlarınla aldattığın, güldürdüğün milletler, nerede
süslerinle, ziynetlerinle kandırdığın ümmetler? İşte şuracıkta onlar, kabirlere rehin olmuşlar, lahitlere girip yatmışlar. Vallahi görünür bir kişi olsaydın, tutulur bir cisme bürünseydin,
olmayacak isteklerle aldattığın, sonra onları kandırıp helâk çukuruna attığın kullar, telef vâdîsine fırlattığın, belâ vartalarına uğrattığın padişahlar için sana Allah'ın hadlerini icrâ ederdim;
onları öyle bir yere yolladın ki oraya ne gidenden bir haber var, ne oradan gelen var. Heyhât; ne de uzaktır senin belâ yerlerine, mihnet vâdilerine, o kaygan yola ayak basıp da düşmemek; ucu
bucağı, dibi boyu bulunmayan denizlerine düşüp de boğulmamak; kim senin torundan tuzağından kurtulduysa odur başarıya eren, doğru yolu bulan. Senden kurtulup esenliğe erişen kişinin yatağı durağı
dar da olsa ne var? Onca dünyâ, bir günceğizdir; can verdi mi, rahata erer. Uzak ol benden, vallahi ben seni kendime râmetmeden sen râmedersin beni; senin gemini hiç salıvermem; çünkü dilediğin
yere çekersin beni. Allah izin verirse der de and içerim Allah'a;[8] nefsimi, bir kuru ekmek parçası bulunca onu yeter bulup sevinecek, onu yiyip şükredecek bir hâle getiririm; gözlerimi suyu
çekilmiş, nemi kalmamış bir kaynak haline getirinceye dek de gözyaşları dökerim. Otlayan hayvan, otlayıp karnını doyurur da yan üstü mü yatar? Koyun sürüsü, yayılıp doyar da uyuyacağı yere mi
gider? Ali de azığını yer de uykuya mı dalar? Bunca yıldan sonra ovada otlakta otlayan, yazıda yayılan hayvanlara dönerse gözleri aydın olsun.
Ne mutlu o kişiye, Rabbinin farzlarını edâ eder de; uğradığı çetin şeylere dayanır; geceleri gözlerine uyku girmez; sonunda uyku ağır basarsa da yeryüzünü döşek, elini yastık eder de dalar;
hem de kıyâmet gününden korkarak gözlerine uyku girmeyen, yanları yatak yüzü görmeyen, dudakları gizlice Rablerini zikreden, boyuna yarlıganma dileklerinden günahları kendilerinden giderilen,
arınan topluluk içinde. "Onlardır Allah bölüğü; bilin ki Allah bölüğü, kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileridir. "[9]
Ey Huneyfoğlu, Allah'tan çekin; birkaç parça ekmek yeter sana; yeter kurtuluşun için cehennemden.