Ebuzer’in İncitilerek Sürgün Edilmesi ve Onun Rebeze Çölünde Vefatı

Osman’ın, Resulullah (s.a.a)’in yakın sahabesi ve İslâm aleminin ikinci şahsı olan Cundeb bin Cunade (Ebuzer-i Gifari)’ye karşı takındığı amel ve davranışları, her özgür insanı düşündürmektedir.

Her iki fırkanın muhaddis ve tarihçilerinin itiraflarına göre, Osman, O 90 yaşındaki yaşlı ihtiyarı (Ebuzer’i) aşağılayıcı ve incitici bir şekilde Medine’den Şam’a, Şam’dan Medine’ye ve oradan da çıplak deveye bindirerek kızıyla birlikte Rebeze çölüne sürgün etti. Ebuzer orada dünyadan göç etti ve yetim kızı o ürkütücü vadide yalnız başına kaldı.

Büyük alim ve tarihçileriniz, örneğin; İbn-i Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 168’inde, Buhari, Sahih’in “Zekat Kitabı”ında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 240’ında, yine c. 2, s. 375 ila 387’sinde, Yakubi “Tarih-i Yakubi”nin c. 2, s. 148’inde, 4. Asrın meşhur muhaddis ve 

tarihçisi Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin Mes’udi (Ö: 346) “Müruc’uz- Zeheb”in c. 1 s. 438’inde ve yine sizin diğer büyük alimleriniz -ki vaktimiz onların tümünün sözlerini genişçe anlatmaya müsaade etmiyor- Osman ve onun Muaviye ve Mervan gibi Emevi uşaklarının, Resulullah (s.a.a)’in mahbubu olan o yaşlı ve mümin insana yaptıkları amelleri, Hz. Ali’ye, onu yolcu ettiğinden dolayı yaptığı hakaretleri ve vahiy hafız ve katibi olan Abdullah bin Mesud’a da bu suçtan dolayı 40 kırbaç vurduklarını kendi kitaplarında yazmışlardır.

Hafız: Eğer Ebuzer incitilmişse, hüviyetsiz memur ve görevliler tarafından incitilmiştir. Halife Osman’ın kendisi çok merhametli ve yumuşak kalpli birisi idi; kesinlikle onun bu çeşit amellerden haberi yoktur.

Davetçi: Meşhur bir misal vardır, diyorlar ki:

Ze mader mehribanter daye hatun!

Dadı hanım anneden daha şefkatli!

Sizin Osman’ı bu çeşit savunmanız gerçek ve hakikate aykırıdır. Zira eğer muteber tarih kitaplarına müracaat etmiş olursanız, Ebuzer’e yapılan hakaret ve eziyetlerin hepsinin Osman’ın apaçık emirleri üzere olduğunu görüp tasdik edersiniz.

Bu sözün delili, sizin büyük alimlerinizin güvenilir kitaplarıdır. Numune olarak rica ediyorum: İbn-i Esir’in Nihaye’siyle Tarih-i Yakubi’in 1. ciltlerine,

özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’ine müracaat ediniz. Bunlar halifenin Muaviye’ye yazdığı mektubu kaydetmişlerdir. Muaviye Şam’dan Ebuzer’i halife Osman’a şikayet ettiğinde, Osman ona; Ebuzer’i işkenceyle Medine’ye gönderin” diye yazdı. Mektubun aslı şöyledir:

“Cundeb'i (Ebuzer’in ismi), yaşlı (zayıf) ve palansız bir deveye bindirerek onu, gece-gündüz durmadan hareket ettiren kötü ahlaklı birisiyle bana gönder.”

Bu emir gereğince, Resulullah (s.a.a)’in sevgili sahabesi olan o yaşlı ve temiz kalpli insanı, çok feci bir şekilde Medine’ye gönderdiler. Tarih kitaplarının yazdığına göre, Ebuzer Medine’ye vardığında, baldırlarının eti (yaralanmış olduğundan dolayı) dökülüyordu.

Allah aşkına insafla konuşun, merhamet, yumuşak kalplilik ve şefkatin manası bu mudur?
Ebuzer Resulullah (s.a.a)’in Çok Sevdiği Birisiydi

Acaba Ebuzer, Allah ve Resulünün hakkında tavsiyede bulundukları ve sizin büyük alimleriniz de o tavsiye ve sözleri kendi kitaplarında naklettikleri yüce şahsiyete sahip bir kimse değil miydi?

Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 172’sinde, İbn-i Mace Kazvini “Sünen-i İbn-i Mace”nin c. 1, s. 66’sında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefî “Yenabi’ul- Mevedde”nin 59. babında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”nin c. 3, s. 455’inde, Tirmizi “Sahih-i Tirmizi”nin c. 2, s. 213’ünde, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 2, s. 557’sinde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 130’unda, Süyuti de “Cami’us- Sağir”de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah (c.c) beni dört kişiyi sevmemi emretti ve bu dört kişiyi kendisinin de sevdiğini bana bildirdi.” Ya Resulullah (s.a.a) onların isimlerini bize söyleyin dediklerinde; “Onlar Ali, Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

Demek ki bu dört kişi, Allah ve Resulünün sevdikleri insanlardır. Acaba siz beylerin insaf ve vicdanı, onların, Allah ve Resulünün sevdikleri insana böyle adaletsizce davranmalarına ve daha sonra da ismini ince kalplilik ve şefkat koymalarına müsaade ediyor mu? Bu nispetler neden Ebu Bekir ve Ömer’e atfedilmemiştir? Çünkü yapmamışlar; tarih de nakletmemiştir; biz de söylememişiz.

Hafız: Tarihçilerin yazdıklarına göre Ebuzer baş ağrısına sebep olan birisi imiş, Şam bölgesinde Ali’yi (k.v) tebliğ ediyormuş, Şam halkını Ali’nin makamı hususunda bilgilendiriyormuş,

ben Resulullah’dan; “Ali benim halifemdir” buyurduğunu duydum diyormuş, diğer halifeleri gasıp Ali ise Resulullah’ın hak halifesi olarak tanıtıyormuş. İşte bundan dolayı halife Osman (r.z), toplumun düzenini korumak ve fesadın önünü almak için onu Şam’dan Medine’ye çağırmıştır. Eğer bir adam halkı, toplumun maslahatına aykırı olan bir işe davet ederse, zamanın halifesi onu olay yerinden uzaklaştırması gerekir.

Davetçi: Birinci olarak; hak bir sözü söyleyen kimseyi, neden hak olan bilgilerini açıkladın? diye dövmek, sövmek ve işkenceye tabi tutmak mı gerekir? Müslüman bir ferdi muhakeme etmeden, onun hakkında şikayette bulunan kimsenin sözünün doğruluğu veya yanlışlığını araştırmadan onu hilafet merkezine ihzar etmek, daha sonra 90 yaşında olan zayıf bir ihtiyarı palansız yaşlı bir deveye bindirerek onu kötü ahlaklı bir adamın emri altında gece gündüz durmadan, 

uyuması ve istirahat etmesine izin bile vermeden hareket ettirmek, bu eziyet ve işkence neticesinde maksada yetiştiğinde ayaklarının etinin dökülmesi, mukaddes İslam dininin hangi kanununa sığıyor? İnce kalplilik, merhamet ve mürüvvetin manası bu mudur?

Bunlara ilâve olarak, eğer halife fesadın önünü almak ve toplumsal asayişi korumak istiyorduysa, o zaman neden, Resulullah’ın kovup sürgün ettiği Mervan ve sarhoş olarak namaz kıldırıp mihrapta istifrağ eden Velid gibi Emevi müfsitlerini kendisinden uzaklaştırmadı? Eğer halife toplumda fesada sebep olan bu çeşit insanların amellerinin önünü alsaydı, onların fasadı halifenin ölümüne de sebep olmazdı.

Hafız: Ebuzer’in doru söylediği, hak bilgileri aşikar ettiği ve Resulullah’ın adına hadis uydurmadığı nerden malumdur?
Cehalet Perdelerini Yırtmak İçin İnsaflıca Hüküm Vermek Gerekir

Davetçi: Resulullah (s.a.a) onun sadakat ve doğru konuşan olduğunu tasdik ve teyit etmiştir. Nitekim sizin büyük alimleriniz, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ümmet arasında, doğruluk, sadakat, züht ve takva açısından Ebuzer’in misali, İsa’nın Beniisrail arasındaki misali gibidir.”

Sizin büyük alimlerinizden olan Muhammed bin Sa’d “Tabakat”ın c. 4, s. 167’de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”ın c. 1, s. 84’ünde (Cundeb babında), Tirmizi “Sahih”in c. 2, s. 221’inde, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 342’sinde, İbn-i Hacer “İsabe”nin c. 3, s. 622’inde, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın c. 6, s.169’unda, 

imam Ahmed “Müsned”in c. 2, s. 157’sinde, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c.1, s. 241’inde (Vahidi’den naklen), Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilye”de, “Lisna’ul- Arap” ve “Yenabi’ul- Mevedde” müellifleri de Ebuzer-i Gifari hakkındaki hadisleri çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Onlardan biri şudur: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Yeryüzü, Ebuzer’den daha doğru konuşan birisini üzerinde taşımamış; gök de (bulutlar da), ondan daha doğru konuşan birisinin üzerine gölge salmamıştır.”

Açıktır ki, kendi alimlerinizin tanıklığıyla, Resulullah (s.a.a)’in doğru konuştuğunu tasdik ettiği bir kimse, kesinlikle söyledikleri sözleri doğru söylemiştir.

Allah-u Teâla yalancı ve hadis uyduran birisini asla kendi mahbubu olarak tanıtmaz. İnsaf gözlerinizi açıp hakla hakikati iyi görünüz. Eğer Ebuzer’in geçmişinde herhangi bir yalan konuşma olsaydı, geçmiş alimleriniz, Ebu Hureyre ve diğerleri hakkında naklettikleri gibi onun hakkında da naklederlerdi.

Allah aşkına biraz düşünün, insafla hüküm verin; Allah ve Resulünün sevdiği ve ümmetin en doğru konuşanı olan birisi, kendi vazifesi bildiğinden dolayı iyiliği emredip hakkı yaymak istemiş olursa,

Resulullah (s.a.a)’in hadislerini nakletmek suçundan dolayı, yaşlı bir adama hakaret etmeleri, kuru ve susuz bir sahraya sürerek ona işkence etmeleri ve ölünceye dek de geri dönmesine izin vermemeleri, merhamet, şefkat, yiğitlik ve yumuşak kalplilikle nasıl bağdaşabilir?! Merhamet, mürüvvet ve yufka kalpliliğin manası bu mudur?!

Resulullah (s.a.a) Ebuzer’in karşılaşacağı musibetleri ona haber verdiğinde, onun salih birisi olduğuna tanıklık etmiştir. Nitekim Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”nın c. 1, s. 162’sinde kendi senetleriyle Ebuzer’i Gifari’den şöyle dediğini nakletmiştir:

Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğum bir sırada bana şöyle buyurdular: “Sen salih bir insansın, benden sonra çok belalar sana ulaşacaktır.” Allah yolunda mı? dediğimde; “Evet, Allah yolunda” buyurdular. Ben de dedim ki: “Allah yolunda gelen başla göz üstüne.”

Siz beylerin çeşitli (birbiriyle zıt) durumlarınız gerçekten ilginçtir. Bir taraftan alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uysanız hidayet olursunuz.” Diğer taraftan da Resulullah (s.a.a)’in en büyük ve en temiz kalpli sahabesini, Hz. Ali’yi savunmak suçuyla öldüren ve ona işkence yapan zalimleri savunuyorsunuz?!

Ya bu vakıa ve hadisleri kendi kitaplarında yazan bütün alimlerinizi yalanlayacaksınız veya ayet-i kerimede zikredilen sıfatların, bu çeşit zulümleri yapan kimseler hakkında olmadığını tastık edeceksiniz.

Hafız: Kesin olan şey şudur ki, Ebuzer kendi meyil ve isteği ile Rebeze’yi seçip oraya misafiret etmiştir.
Ebuzer’in Rebeze’ye Zorla Gönderilmesi

Davetçi: Alicenabınızın bu sözleri, sizin son zamanlarda mutaassıp alimlerinizin, geçmişlerin amellerini ört-bas etmek için boş uğraşılarının eseridir. Çünkü Ebuzer’in zorla Medine’den çıkarılışı, herkesin yanında kesin olan bir gerçektir. Örnek için bir haberi nakletmekle yetiniyoruz. İmam Ahmed bin Hanbel 

“Müsned”in c. 5, s. 156’sında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 241’inde, Vakidi de kendi tarihinde Ebu’l- Esved-i Dueli’den (ki sizin rical alimlerinizin nezdinde güvenilir birisidir) şöyle dediğini nakletmişlerdir:

Ebuzer’i Rebeze’de görüp ondan Medine’den neden çıktığını sormak istiyordum; bundan dolayı onun yanına varıp; Neden Medine’den çıktın? diye sordum. Cevaben şöyle dedi:

“Beni bitkisiz ve susuz olan bu sahraya gelmeye mecbur ettiler. Habibim Resulullah (s.a.a) bunu daha önceden bana haber vermişti. Ben bir gün camide uykuya dalmıştım, Hazret oraya gelerek ayağı ile bana vurup: “Neden camide yatmışsın?” diye sordu. Ben de cevaben; “Elimde olmaksızın uyumuşum” dedim. Bu sırada buyurdular ki:

“Seni Medine’den çıkardıklarında ne yaparsın?” Ben de arz ettim ki: “Mukaddes Şam bölgesine giderim.” Buyurdular ki: “Oradan çıkarsalar nereye gidersin?” Arz ettim ki: “Camiye dönerim.” Buyurdular ki: “Buradan da çıkarsalar ne yaparsın?” Arz ettim ki: “O zaman kılıcı çekip savaşırım.” Buyurdular ki: 

“Seni, senin yararına olan bir şeye hidayet edeyim mi?” Evet dediğimde buyurdular ki: “Seni nereye sürseler git; dinle ve itaat et.” Ben de dinleyip itaat ettim. Sonra dedi ki: “Allah’a and olsun ki, Osman, benim yanımda günahkar olduğu halde Allah Teâla’nın huzuruna çıkacaktır.”
Ali Bin Ebi Talip’ten Şefkat ve Merhamet İzleri

Eğer dikkatle, insaflı ve tarafsız olarak bakmış olsanız, tasdik edersiniz ki; merhamet, şefkat ve yumuşak kalpli olma sıfatına herkesten daha layık ve daha öncelikli olan mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dır. Zira Hz. Ali (a.s) hilafet makamına geldiğinde, sizin tüm tarihçileriniz,

özellikle de İbn-i Ebi’l- Hadid’in geniş bir şekilde yazdıklarına göre, bidatları yok etti, Osman’ın hilafeti zamanında, çeşitli İslam beldelerinde valilik ve hakimlik makamına atanmış olan Emevi ve diğer kabilelerin zalim, facir ve fasık şahıslarını bulundukları makamlarından azletti.

Zahiri gören bir takım siyasetçiler ve İmam (a.s)’ın dostlarından bazıları, hükümetin temeli sağlamlaşıncaya kadar Muaviye gibi bazı vali ve hakimlerin bir müddet kendi makamlarında baki kalmalarına müsaade etmesini ve daha sonra onları azletmelerini önerdiler. Ama İmam (as.) cevaben şöyle buyurdular: “Allah’a andolsun ki, ben dinde yağcılık ve işimde riya (gösteriş) yapmam.”

Beni onlara karşı dalkavukluk yapmaya zorluyorsunuz. Ama onların, geçmişte yaptıkları gibi benim hükümetimde de zulüm ve haksızlık yapmaya devam edeceklerini bilmiyorsunuz; o zaman İlahi adalet mahkemesinde onların hesabını benim vermem gerekir; benim de buna gücüm yoktur.”

İşte Hz. Ali (a.s)’ın zalim hakim ve valileri azletmesi, Muaviye (aleyh’il- haviye) gibi bir grup dünya perest kimselerin muhalefet etmesine, Cemel ve Sıffin savaşlarının meydana gelmesine sebep oldu.

Talha ve Zübeyr, Basra ve Kufe valiliği için Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın yanına geldiklerinde, eğer Hz. Ali (a.s) o şehirlerin valiliğini onlara vermiş olsaydı, onlar muhalefet etmez, Basra fitnesi ile Cemel savaşını da çıkarmazlardı.

Bazı dar görüşlü ve zahirciler, Hz. Ali’nin bazı siyasetlerinin yanlış olduğunu söylüyorlar. Oysa O, adalet ve siyasetin odağı idi. Ama dünya ehlinin anladığı siyaset -iki yüzlülük, yağcılık,

yalancılık, dolandırıcılık, hile, İslam düşmanlarıyla uyum sağlamak, zahiri menfaatleri elde etmek için onları aldatmak- adalet, insaf, takva ve ahirete inanç abidesi olan Hz. Ali (a.s) gibi bir şahsiyetin yanında geçerli bir siyaset değildi.

Bir zaman minberde konuşma esnasında ağladı, sebebini sorduklarında şöyle buyurdu: “Duydum ki ,Muaviye’nin askerleri bir köye baskın yapmış ve İslam’ın sığınağında olan bir Yahudi kızın ayaklarından halhal çıkarmışlar...”

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve acıma hissi, dosta ve düşmana karşı aynı idi. Osman’ın yaptığı onca kötülüklere rağmen, Osman’ın evi halk tarafından kuşatıldığında, Osman damın üzerinden, yiyecek ve içeceklerinin bittiğini Hz. Ali’ye bildirdiğinde,

Hz. Ali (a.s) ekmek ve su temin ederek iki oğlu Hasan ve Hüseyin (a.s) vasıtasıyla onun için gönderdi. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer tarihçiler bu konuya genişçe değinmişlerdir.

Hz. Ali (a.s)’ın dosta ve düşmana gösterdiği ilgi ve muhabbet asla kimsenin inkar edemeyeceği bir şeydir. Yetim çocuklara, sahipsiz erkek ve kadınlara ve yoksul insanlara o kadar yardım etti ki, Ebu’l- Eramil, ve’l- Eytam ve’l- Mesakin (yetimler, miskinler ve sahipsiz erkek ve kadınlar babası) diye meşhur oldu.

Zahiri hilafeti döneminde, sokakta yorulmuş, usanmış ve çaresi kesilmiş bir kadını. su testisi ile gördüğünde, kendisini ona tanıtmaksızın su testisini ondan alıp omzuna bırakarak o kadının evine götürdü. Daha sonra un, hurma ve diğer yiyecek maddeleri de temin ederek o kadının evine götürdü; o kadının yetim çocuklarını okşadı, kendi eliyle onlara ekmek pişirdi ve onların dertlerini unutturdu.

Halife Osman da cömertlik ve bağış yapmak ile meşhur oldu; ama sadece, Ebu Süfyan, Hekem bin Ebi’l- As ve Mervan bin Hakem gibi kendi akraba ve yakınlarına! Beyt’ul- Maldan hiçbir şer’i mücevviz olmadan haddinden fazla ve canı istediği kadar onlara bağışta bulunuyordu.
Akil’i Fazla Yardım İstediğinden Dolayı Uyarması

Osman’ın aksine Hz. Ali (a.s) kendi yakınlarına ihtiyaçlarından daha az veriyordu. Bir gün büyük kardeşi Akil İmam (a.s)’ın yanına gelerek tayin olunan miktardan fazlasını istedi; hazret dikkate almadı. 

Akil; “Sen bugün halifesin, emir senin elindedir, bize daha fazla yardım ve bağışta bulunmalısın.” diye fazla ısrar ettiğini görünce, Hazret onu uyarmak için, bir demir parçasını yavaşça ateşe bırakıp kızdırarak Akil’in bedenine yaklaştırdı. Derken Akil, hasta bir adamın ağrıya tahammül edemeyip inlediği gibi inledi; neredeyse o demirin kızgınlığından yanacaktı.

Bu esnada Hazret şöyle buyurdular:

“Ey Akil! Anneler, senin musibetinde ağlasın! İnsanların oyuncak için ısıttıkları demirin ateşinden inliyorsun da, beni Kahhar Allah’ın yaktığı ateşe doğru mu çekiyorsun? Sen bu küçücük eziyetten dolayı inliyorsun da, ben o büyük ateşten dolayı inlemeyeyim mi?”

İnsaflı beylerin, bu iki halifenin durum ve tutumlarını mukayese yaparak hakikati keşfedip hak ve hakikate uymaları gerekir.

Hz. Ali (a.s)’ın merhamet ve şefkati sadece dostlara mahsus değildi; O’nun merhamet ve şefkati dostlarını sardığı gibi düşmanlarını da sarmaktaydı. Düşmana galip olduğunda, onlara öyle şefkatli davranıyordu ki, herkesi hayretler içerisinde bırakıyordu.
Hz. Ali’nin, Mervan, Abdullah Bin Zübeyr ve Aişe’ye Rahmet ve Merhameti

Hz. Ali’nin katı düşmanlarından biri -ki bunu herkes biliyordu- mel’un oğlu mel’un Mervan bin Hekem idi. Hz. Ali (a.s) onun bu kadar düşmanlığına rağmen “Cemel” savaşında ona galip geldiğinde, onu affedip yüzünü ondan çevirdi.

Yine O Hazretin büyük düşmanlarından biri, Abdullah bin Zübeyr idi. Zübeyr, halkın huzurunda açıkça Hz. Ali’ye sövüyordu. Hatta bir gün Basra’da halka yaptığı konuşmasında şöyle dedi: “Ahmak ve cimri olan Ali bin Ebi Talip size doğru gelmiştir!!!”

Onun yaptıkları bunca açıklığa ve düşmanlığa rağmen onu Cemel savaşında esir tutup hazretin huzuruna getirdiler, hazret onu aşağılayıcı ve korkutucu bir bakışla bile bakmadı, yüzünü çevirdi ve serbest bırakmalarını emretti.

Bunlardan daha önemli ve büyük olan, Ümm’ül- Müminin Aişe’ye takındığı tavırdır. Hazretin ona karşı davranışı, akılları durdurmuş ve insanları hayrete düşürmüştür.

Halbuki Aişe’nin hilafetin ilk günlerinde fitne çıkarması, O Hazretin karşısında kıyam etmesi ve O’na çirkin laflar sarf etmesi, insanı o kadar sinirlendiriyor ki, insan kendi kendisine; “Onu ele geçirmiş olsaydım helâk ederdim ve onu en şiddetli cezayla cezalandırırdım” diye düşünüyor. Ama Hz. Ali (a.s), ona galip olduğunda, hiçbir eziyet ve hakarette bulunmadı.

Kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir’i onu ağırlaması için görevlendirdi. Sonra kızma ve sinirlenme yerine, ona gerekli ikramı yaptı. Daha sonra Abdulkays kabilesinden yiğit 20 kadının erkek elbisesi giyinerek kılıç kuşanmalarını ve kadın olduklarının bilinmemesi için de yüzlerini kapatarak Aişe’yi Medine’ye götürmelerini emretti. 

Aişe Medine’ye vardığında Resulullah (s.a.a)’in zevceleri ve diğer kadınların huzurunda Hz. Ali (a.s)’dan memnun olduğunu dile getirdi ve şöyle dedi: “Ben ömrümün sonuna kadar, Ali’den memnunum ve O’na minnettarım; ben O’nun bu kadar büyük insan olduğunu zannetmiyordum. Benim ona yaptığım bunca düşmanlık ve bozgunculuğuma rağmen, yaptığım işlerden birisini bile yüzüme vurmadı. Aksine, haddinden fazla lütuf ve merhamette bile bulundu. Ama sadece O’nun bir hareketi benim canımı sıktı; o da şu ki, beni yabancı erkekler ile Medine’ye gönderdi.”

Aişe bu sözleri deyince, onu Medine’ye ulaştıran kadınlar, hemen gelerek giymiş oldukları erkek elbiselerini çıkarıp yüzlerindeki peçeyi açtılar. Böylece onların hepsinin kadın oldukları ortaya çıkmış oldu.

Demek ki Hz. Ali (a.s) bu emriyle, bir taraftan Aişe’nin kadınlar ile gitmesini sağlamış, diğer taraftan da yağmacıların, onları erkek zannederek yollarını kesmemelerini göz önünde bulundurmuştur. Evet büyük insanlar böyle yaparlar; onların yaptığını yapmak gerekir.
Muaviye’nin Suyu Kesmesi ve Ali’nin Merhameti

Sıffin savaşında Muaviye’ye bağlı birlikler Fırat nehrine daha erken vardılar ve on iki bin asker ile Hz. Ali’nin (a.s) askerlerinin sudan istifade etmelerini engellediler.

Hz. Ali (a.s) bunun üzerine Muaviye’ye şöyle bir mesaj gönderdi: “Biz buraya su için savaşmaya gelmedik, her iki tarafın askerlerinin serbestçe sudan istifade etmeleri için askerlerine, su almaya mani olmamalarını emret.”

Muaviye, Hz. Ali’nin mesajına cevaben şöyle dedi: “Ali ve ordusu susuzluktan ölene kadar, asla onlara su vermeyeceğiz.”

Hazreti Ali (a.s) bu cevabı duyunca, Malik Eşter komutasında bir bölük asker çıkararak Muaviye’nin askerlerini geri püskürtüp Fırat’ı ele geçirdiler.

Ashaptan bazıları; “Ya Emir’el-Mu’minin! Müsaade edin biz de telafi ederek, susuzluktan ölmeleri ve savaşın erken bitmesi için suyu onlara yasaklayalım.” diye öneride bulundular.

İmam (a.s); “Hayır! Allah’a and olsun ki, ben onların yaptığının aynısını yapmayacağım; nehrin bazı yerlerini onlar için açık bırakın.” diye buyurdular.

Meclisin vaktini göz önünde bulundurarak, Hz. Ali’nin (a.s) düşmanlarına karşı olan şefkat ve merhametini özet olarak arz etmeye çalıştık. Sizin büyük alimleriniz kendi kitaplarında, bu sözleri daha geniş ve daha tafsilatlı bir şekilde beyan edip nakletmişlerdir. Örneğin: Taberi kendi tarihinde,

İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”inde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 51. Babında, Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”de ve diğer tarihçiler bu meselelere değinmişlerdir.

Binaenaleyh, insaflı ve aydın fikirli muhterem beyler, bu iki halifenin (Osman ve Hz. Ali) hayatlarından ikişer sayfa okuyarak, (ön yargıda bulunmaksızın) salim bir fikirle onlardan hangisinin, “Ruhama-u beynehum” (Müminlere merhametlidirler) ayetinin kapsamına girdiğine ve bu ayetin onlardan hangisine şamil olduğuna bir baksınlar.

Ayeti kerimeye biraz daha dikkatli ve insaflı bir şekilde bakacak olursanız, göreceksiniz ki “Muhammed’un Resulullah” mübtedadır, “Vellezine Meahu” mübtedaya matuf olmakla birlikte onun haberidir de, ondan sonra gelen cümleler ise ikinci haberdir. Bunların hepsi bir kişinin sıfatıdır. Yani bu sıfatlar (Resulullah ile beraber olma,

savaş meydanlarında, ilmi ve dini münazaralarda kafirlere karşı şiddetli olmak, dost ve düşmana karşı şefkatli ve merhametlilik) sadece bir kişiye aittir. O kişi de, daha önce de ispatladığımız gibi Hz. Ali (a.s)’dır. Zira O Hazret bir an bile Hz. Peygamber’den ayrılmamıştır; ayrılmayı aklından bile geçirmemiştir.

Nitekim daha önce arz ettim ki, Allame Fakih Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip” kitabında; “Allah (c.c), Hz. Ali’yi bu ayeti şerif ile tavsif etmiştir.” diyor.

Şeyh: Beyanat ve açıklamalarınızın çok cevabı vardır. Eğer ayetin manası sizin dediğiniz gibi olursa, o zaman “Vellezine meahu” (Onlarla birlikte olanlar) cümlesiyle doğru olmaz. Çünkü “Vellezine meahu” çoğuldur; bu ibaretin kendisi de, mezkur ayetin bir kişi hakkında nazil olmadığını göstermektedir. Eğer bu sıfatlar bir kişinin hakkında olmuş olsaydı, o zaman neden çoğul olarak zikr olunmuştur?

Davetçi: Birinci olarak; buyurdunuz ki, benim sözlerimin cevabı vardır; beyler, meselenin aydınlığa kavuşması için o zaman neden cevap vermiyorsunuz? Beylerin susup cevap vermemesi, benim sözlerimin mantıklı olduğuna yeterli bir delildir.

(Gerçi münakaşa ve laf oyunu yapmak için yol açıktır.) Ama siz beyler, insaflı olduğunuzdan dolayı mantıklı cevapların karşısında susmayı tercih ediyorsunuz.

İkinci olarak; alicenabın beyanı, konuşmada münakaşa yapmaktır. Kendiniz de biliyorsunuz ki, Arapça’da veya diğer dillerde tekile, tazim ve saygı için çoğul lafzını kullanmak çok yaygındır.
Ehl-i Sünnet Alimlerinin İttifakıyla Velayet Ayeti Hz. Ali (a.s) Hakkında İnmiştir

Semavi kitapların en sağlam senedi olan Kur’an-ı Kerim’de bunun benzeri çok ayetler vardır. Örneğin: Mübarek Velayet ayetinde Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sizin veliniz, ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.”[2]

Bu ayetin, Hz. Ali (a.s)’ın hakkında nazil olduğu, bütün müfessir ve muhaddisler tarafından kabul edilmiştir. Örneğin:

1- İmam Fahr-u Razi “Tefsiri Kebir”in c. 3, s. 431’inde,

2- İmam Ebu İshak Sa’lebi “Keşf’ul- Beyan”da,

3- Carullah Zemahşeri “Keşşaf”ın c.1, s. 422’sinde,

4- Taberi “Tefsir-i Taberi” adlı kitabının c. 6, s. 186’sında,

5- Ebu’l- Hasan Rummani, kendi tefsirinde,

6- İbn-i Huvazin Nişaburi, kendi tefsirinde,

7- İbn-i Sa’dun Kurtubi “Tefsir-i Kurtubi” adlı kitabının c. 6, s. 221’inde

8- Nesefi Hafız, Hazin Bağdadinin tefsirinin haşiyesinde yer alan tefsirinin 496. Sayfasında,

9- Fazıl Nişaburi “Garaib’ul- Kur’ân”ın c.1, s. 461’inde,

10- Ebu’l- Hasan Vahidi “Esbab’un- Nüzul”un148. sayfasında.

11- Hafız Ebubekir Cessas “Tefsir-u Ahkam’ul- Kur’ân”nın 542. sayfasında,

12- Hafız Ebubekir Şirazi “Fi ma nezele min’el-Kur’ân-i fi Emir’il- Mu’minin”de,

13- Ebu Yusuf Şeyh Abdusselam Kazvini “Tefsir-i Kebir”inde,

14- Kadı Beyzavi “Envar’ul- Tenzil”in c. 1, s. 345’inde,

15- Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”un c. 2, s. 293’ünde,

16- Kadı Şevkani es-San’ai “Feth’ul- Gadir”de,

17- Seyyid Mahmud Alusi “Tefsir-i Alusi”nin c. 2, s. 329’unda,

18- Hafız İbn-i Ebi Şeybe el-Kufi kendi tefsirinde,

19- Ebu’l- Berekat, kendi tefsirinin c.1, s. 496 ‘sında,

20- Hafız Beğevi “Mealim’ut- Tenzil”de,

21- İmam Ebu Abdurrahman Nesai kendi Sahihinde,

22- Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 31. sayfasında,

23- İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul Belağa Şerhi”nin c. 3, s. 275’inde,

24- Hazin Alauddin Bağdadi kendi tefsirinin c. 1, s. 496’sında,

25- Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 212. sayfasında,

26- Hafız Ebu Bekir Beyhaki “Masannef”da,

27- Razin Abderi “Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte”de,

28- İbn-i Asakir Dimaşki “Tarih-i Şam”da,

29- Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 9. sayfasında,

30- Kadı Uzududdin İyci “Mevakıf”ın 276. sayfasında,

31- Seyyid Şerif Curcani “Mevakıf’ın Şerhi”nde,

32- İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul’ul- Mühimme”nin 123. sayfasında,

33- Hafız Ebu Sa’d es-Sem’ani “Fezail’us- Sahabe”de,

34- Ebu Cafer İskafi “Nakz’ul- Osmaniyye”de,

35- Taberani “Evsed”de,

36- Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da,

37- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut Talib”de,

38- Mevla Ali Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de,

39- Seyyid Muhammed Mumin Şeblenci “Nur’ul Ebsar”ın 77. sayfasında,

40- Muhibbuddin Taberi “Riyaz’un- Nezre”nin c. 2, s. 227’sinde, mezkur ayetin Hz. Ali hakkında nazil olduğunu tasdik etmişlerdir.

Velhasıl sizin büyük alim, müfessir ve muhaddislerinizin çoğu, Sudey, Mücahid, Hasan Basri, A’maş, Utbe bin Ebi Hekim, Galip bin Abdullah, Kays bin Rabia, İbayet bin Rab’i, Abdullah bin Abbas 

(Ümmetin alimi ve Kur’ân’nın tercümanı), Ebuzer-i Gifari, Cabir bin Abdullah Ensari, Ammar, Ebu Rafi, Abdullah bin Selam ve diğerlerinden naklen velayet ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu teyit ve tasdik etmişlerdir.

Bu şahısların her biri çeşitli lafız ve tabirlerle; “Hz. Ali, namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire sadaka verdiğinde bu ayet (Velayet ayeti) nazil oldu.” demişlerdir.

Ayetin cem (çoğul) lafzıyla zikredilmesi de, O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını tazim ve tekrim etmekten ötürüdür. Zira Allah Teala sınırlandırma kelimesi olan (innema) ile başlayarak şöyle buyuruyor:

“İnnema veliyyukumullahu ve resuluhu vellezine amenu; ellezine yukimun’es- salate ve yu’tun’ez- Zekate ve hum rakkiun.”

“Sizin veliniz, ancak ve ancak Allah, O’nun resulü, namazı dost doğru kılan ve rükû halinde zekât veren miminler (yani Ali bin Ebi Talib)’dir.”

Şeyh: Konu sizin buyurduğunuz gibi pek de sağlam değildir. Bu ayetin nüzul sebebi ihtilaflıdır. Bazıları, Ensar hakkında, bazıları Ubade bin Samit, bazıları da Abdullah bin Selam hakkında nazil olduğunu söylüyorlar.

Davetçi: Sizin gibi bilgin beylerin, (Şia alimlerinin tevatürüne ilâveten) bunca büyük alim ve müfessirlerinizin, mezkur ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında olmasına dair belirttikleri görüş ve akideler karşısında bazı meçhul, zayıf ve mutaassıp kimselerin merdut sözlerine temessük etmeleri gerçekten de tuhaftır.

Oysa sizin bir grup muhakkik ve araştırmacı alimleriniz, bu manaya ittifak iddiası etmişlerdir. Örneğin: Fazıl Taftazani, Mevla Ali Kuşçu (Şerh-i Tecrid’de) şöyle diyorlar:

“Müfessirlerin ittifakına göre bu ayet, Hz. Ali namazda rüku halindeyken yüzüğünü fakire verdiği zaman O’nun hakkında nazil olmuştur.”

Acaba insaflı bir alimin aklı, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin görüşlerini dikkatte almayarak bir grup mutaassıp, hatta Havariç ve Nasibilerden kalan bir avuç düşmanların saçma-sapan manasız sözlerine itimat etmesine müsaade eder mi?
Velayet Ayeti Hakkındaki Şüpheler ve Cevapları

Şeyh: Alicenabınız beyanlarında, ustaca bu ayeti naklederek Ali’nin (k.v) aralıksız hilafet ve imametini ispatlamaya çalıştınız. Halbuki bu ayetteki “veli” sözcüğü, muhip ve dost manasınadır; imam ve aralıksız halife manasına değil.

Eğer sizin buyurmuş olduğunuz söz, (ki veli’den maksat halife ve imamdır) doğru olsa bile, “el-ibretu bi-umum’il- lafz, la bi-husus’is- sebeb” (Lafzın umum manası dikkate alınır, sebebin özel olması değil) kuralı gereğince, “veli” sadece bir kişiye değil, Ali (k.v) de onlardan olmak üzere diğer kimseleri de kapsar.

Ayrıca “Veliyyukumullah” ve “Elleziyne” kelimelerindeki çoğul kipi, umumu ifade etmektedir; delilsiz olarak çoğulu tekile yüklemek ve cevaz olmaksızın Allah’ın (c.c) kelamını tevil etmek doğru değildir.

Davetçi: Birinci olarak; “Veliyyukum” kelimesinde yanlış buyuruyorsunuz. Zira “veli” kelimesi tekildir; “kum” çoğuldur; kum’dan (sizden) maksat ise ümmettir; bu, tekile ıtlak olmamış ki tenkit ediyorsunuz! Ama “veli”, her dönemde ümmete velayeti olan tekil bir ferttir.

İkinci olarak; bazı mutaassıp, Havariç ve Nasibilerin saldırısına uğrayan ve tekile yüklenilmez denilen kelimeler; “Ellezine”, “yukimune” ve “yu’tune” kelimeleridir.

Bu tenkitin cevabını da, az önce arz ettim. Dedim ki: İlim ehli ve edebiyatçılar yanında, tekrim ve tazim için çoğulun tekile hamledilmesi yaygındır.

Bu beyana ilâveten, sizin, lafzın umumu ifade ettiğini iddia ettiğiniz gibi biz de bu ayeti, hasr kelimesi olan “innema” sözcüğü gereğice, Hz. Ali (a.s)’ın şanında nazil olduğu kanısında olmamıza rağmen ihtisas iddiası etmiyoruz; ismet ailesinden olan diğer fertleri de bu ayetin kapsamında biliyoruz.[3] 

Nitekim bizim muteber hadis ve rivayetlerde yer aldığına göre, itret’it- tahireden olan diğer masum İmamlar da bu ayetin kapsamı içerisindeler. Her İmam, imamet makamına ulaşacağı sırada, bu fazilet ve büyük özelliğe sahip oluyorlar. (Bunlar sizin de iddia ettiğiniz gibi Hz. Ali (a.s) ile birlikte bu ayetin şamil olduğu kimselerdir.)

Nitekim Carullah Zemahşeri Keşşaf’da diyor ki: “Gerçi bu ayet-i şerife (hasrdır) ve Hz. Ali hakkında nazil olmuştur; ama çoğul olarak zikredilmesinin sebebi, başkalarının O’na tabi olması içindir.”

Üçüncü olarak; avam halkı yanıltmanız için büyük bir safsata yaparak; “Şialar bu ayeti te’vil edip Ali’ye (a.s) muhtas kılmışlardır” dediniz.

Halbuki bu ayet, her iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet) bütün müffessir ve muhaddislerinin ittifakına göre, (azınlık ve inatçılar hariç) az önce de zikr olunduğu gibi Hz. Ali (a.s) hakkında inmiştir; şiaların teviliyle bu makam O Hazrete nispet edilmiş değildir.

Şeyh: Kesinlikle bu ayetteki “veli” sözcüğü yardımcı manasınadır. Eğer hilafet ve imamet makamı olan tasarruf sahibi (velayet) manasına olursa, Resulullah (s.a.a) hayatında da bu makama sahip olmuş olması gerekir; oysa böyle bir sözün batıllığı apaçıktır.

Davetçi: Bu inancın batıl olması için, elinizde herhangi bir delil olmamasının yanı sıra, ayetin zahiri, cümle-i ismiyye olması itibarı ve “veli” sözcüğünün de sıfat-ı müşebbihe olması delaletiyle,

bu makamın devam ve sürekliliğini Hz. Ali için ispat etmektedir. Bu iki özellik, bu büyük makamın sebat ve sürekliliğini ve Resulullah (s.a.a)’in O Hazreti Tebuk savaşında Medine’de halife tayin ettiğini ve vefat anına kadar da O’nu azletmediğini göstermektedir.

Ayrıca bunu pekiştiren diğer bir hadis de “Menzilet” hadisidir. Resulullah (s.a.a) defalarca şöyle buyurmuştur: “Ali’nin menzileti (konumu) bana nispetle, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibidir.” (Nitekim geçen gecelerde, bunu genişçe izah ettik.) Bunun kendisi de tek başına, Hz. Ali’nin, Resulullah’ın sağlığında ve O’nun vefatından sonra velayet sahibi olmasına büyük bir delildir.

Şeyh: Zannediyorum biraz dikkatli düşünecek olursanız, bu ayetin (İnnema veliyyukumullah...) Ali (k.v) hakkında inmediğini söylersek daha uygun olur. Çünkü O Hazretin makamı, bu ayet ile O’na bir fazilet ispat etmemizden daha yücedir. Zira bu ayet, bir fazilet ispat etmemekle birlikte, O’nun faziletlerini de lekelemektedir.

Davetçi: Birinci olarak; ne sen, ne ben, ne de ümmetten herhangi bir şahıs, hatta büyük bir sahabe, ayetlerin şe’n-i nüzuluna dehalet edecek bir hakkımız yoktur; ayetlerin nüzul sebepleri gönül isteğine göre değildir. Ayetlerin mana ve nüzulunda, kendi isteklerine göre tasarrufta bulunanlar, kesinlikle dinsiz kimselerdir. Nitekim Bekriler, durumu belli cail (hadis uyduran) İkrime’den, bu ayetin Ebu Bekir hakkında nazil olduğunu söyleyerek tasarrufta bulunmuşlardır.

İkinci olarak; Alicenabınız her zaman nutka başladığınızda (konuştuğunuzda), gerçekten remiz ve sırlar keşfediyorsunuz!! Çünkü ilk kez sizden böyle bir şey duyuyorum; el-hak fikriniz çok yüce ve güzel bir keşif yaptınız!! Buyurursanız çok iyi olur; acaba bu ayet hangi açıdan, muvahhidlerin mevlası, müminlerin emiri Hz. Ali (a.s)’ın velayet makamını lekeliyor?

Şeyh: Mevlamız Ali’nin (k.v) yüce makamlarından birisi şudur ki, namaz halinde Allah’a öyle teveccüh ederdi ki, kesinlikle bir kimseyi görmezdi. Hatta bizim yanımızda sabittir ki, savaşların birinde Hazretin bedenine bir kaç tane ok saplanmış ve bunların çıkarılması O’nu çok incitiyormuş. Bundan dolayı Hazret namaza durduğunda okları O’nun bedeninden çıkarıyorlar. Huzu ve huşusundan, Hak Teala’nın rahmetinde gark olduğundan, okların acısını bile hissetmiyor.

Eğer O Hazretin namaz halinde yüzüğünü fakire vermesi olayı doğru olursa, O cenabın namazına büyük bir leke vurmuş olursunuz. Normalinde her insanın tabii olarak hissedeceği acıyı, huşu ve huzusundan dolayı hissetmeyen bir kimse, nasıl olur da fakirin inlemesini hissederek rüku halinde yüzüğünü ona veriyor?

Üstelik, zekat verme gibi hayır bir amel, niyeti gerektirir. Namaz halinde, tüm vücuduyla Hak Teala’ya teveccüh etmesi gerekirken, nasıl olur da namaz niyetinden çıkıp halka teveccüh ediyor?

Biz O Hazretin makamını daha yüce bildiğimizden bunu tasdik edemeyiz. Eğer fakire sadaka verilmişse, kesinlikle namaz halinde değilmiş; çünkü rüku, huzu ve huşu anlamınadır; yani O cenap huzu ve huşu ile yüzüğünü dilenciye verdi, namaz halinde değil.

Davetçi: Azizim! Duayı güzel öğrenmişsin; ama yerini yitirmişsin. Sizin bu tenkitiniz, örümcek yuvasından daha zayıftır.

Birinci olarak; bu amel, O Hazretin makamına herhangi bir eksiklik getirmediği gibi fakirin kalbini ferahlatması ve onu sevindirmesi, O’nun makamının yücelmesi ve kemaline sebep olmuştur. Zira O hazret,

sürekli olarak her halükarda Allah’ı hatırlamış ve her zaman olduğu gibi Allah’ın rızasını ön plana geçirmiştir. Bu amelinde de, Allah yolunda mal infak etmek ibadetiyle, hem bedeni, hem de ruhi ibadeti bir araya toplamıştır.

Aziz kardeşim! Namazın huşusuna zarar veren ve ibadetin sevabının azalmasına sebep olan ilgi, nefsi ve dünyevi şeylere gösterilen ilgidir. Ama bir ibadette, ayrı bir ibadet olan hayır bir amele teveccüh etmek, kemale sebep olur.

Mesela eğer bir kimse namazda aziz bildiği birine, hatta Allah’ın (c.c) en sevgili kulları olan Resulullah (s.a.a)’in ailesi ve Ehl-i Beyti’ne ağlarsa, namazı batıl olur. Ama Allah’a (c.c) olan aşkından veya O’nun korkusundan dolayı ağlarsa, kemal ve fazilete sebep olur.

İkinci olarak; buyurduğunuz ki rüku, huşu manasınadır. Bu söz belirli bir yerde doğru olabilir. Ama eğer siz, belirli farz bir fiil olan namazın rükusuna olan emri, Lügattaki huşu-huzu manasına tutarsanız, akıl sahipleri, din ve ilim ehli yanında oyuncak olursunuz.

Bu ayet-i kerimede de zahirin hilafına görüş belirttiniz. Kesinlikle lafzı (rükuu), asıl hakiki ve örfi olan manasından çıkardınız. Biliyorsunuz ki rüku, şeriat örfünde namazın erkanlarından olan bir rükne ıtlak oluyor. O da, eller dize yetişecek kadar eğilmedir.

Bu manayı (Hz. Ali’nin, namazın rükusunda yüzük vermesini) kendi büyük alimleriniz tastık etmiştir. Nitekim daha önce arz ettim. Fazıl Kuşçu “Şerh-i Tecrid”de müfessirlerin görüşlerini açıklayarak şöyle diyor: “Hz. Ali namazda rüku halinde olduğu bir halde yüzüğünü fakire verdi.”

Bütün bu sözler bir tarafa; şimdi buyurun bakalım; hasr (innema) kelimesi ile nazil olan bu ayet (velayet ayeti), övgü için mi nazil olmuş, yoksa yerme için mi?