Fatıma (a.s): “Bu benim en büyük arzumdur.” dedi

Hz. Ali (a.s): “O halde sabretmen gerekir. Baban Hatem’ul- Enbiya bana vasiyetler etmiştir. Sabretmem gerektiğini biliyorum. Yoksa düşmanları zelil edecek ve hakkını onlardan alacak güce sahibim. Ama bil ki o zaman din ortadan kalkar; o halde Allah ve din için sabret. Zira ahiret senin için gasp edilen hakkından daha iyidir.”

Bu yüzden Hz. Ali (a.s), fitne fesat çıkmasın diye sabrederek İslâm’ı korumaya çalıştı. Nitekim kendi hutbe ve beyanlarında da buna defalarca işaret etmiştir.

Hz. Ali’nin, Susup Kıyam Etmemesinin Nedeni Hakkındaki Sözleri


Güvenilir alimlerinizden İbrahim bin Muhammed Sakafi, İbn-i Ebi’l- Hadid, (Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde) ve Ali bin Muhammed Hemedani şöyle rivayet etmekteler: “Talha ve Zübeyr biatlerini bozup Basra’ya doğru gidince,

Hz. Ali (a.s) halka camide toplanmalarını emretti. Camide okuduğu hutbesinde Allah-u Teala’ya hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdular:

“Allah-u Teala Peygamber’ini aramızdan aldıktan sonra; “Biz Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, yakınları, varisi, itreti ve dostlarıyız; O’nun rütbe ve makamına en layık olanlarız; Onun hakkı ve hakimiyeti hususunda ihtilaf etmeyiz” dedik. Ama bir grup münafık el-ele vererek hilafeti bizden aldılar, birbirine havale ettiler.

Allah’a and olsun bu işten dolayı hepimizin gözleri ve kalpleri ağladı, göğsümüz kinle doldu. Allah’a and olsun ki, küfre döneceklerinden ve fitneye düşeceklerinden korkmasaydım, hilafeti değiştirirdim.

Müslümanlar bana biat edinceye kadar onlar hilafetle meşgul oldular. Talha ve Zübeyr o gün bana ilk biat edenlerdendi. Onlar Müslümanlar arasında fitne ve iç savaş çıkarmak için Basra’ya doğru yola düştüler.”

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid ve büyük alimlerinizden Kelbi, Hz. Ali (a.s)’ın Basra’ya doğru hareket ederken halka şöyle hitap ettiğini rivayet etmekteler:

“Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra Kureyş aleyhimize birleşerek, tüm insanlardan daha layık olduğumuz o hakkı bizden aldılar. Ben Müslümanların tefrikaya düşmesinden korkarak sabretmenin daha iyi olduğunu gördüm. Zira eğer sabretmeseydim Müslümanlar arasında ihtilaf çıkar, kanlar dökülürdü. Çünkü Müslümanlar daha yeni İslâm’a girmişlerdi.”

O halde Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir’in hilafetine karşı susması hoşnutluğundan değildi. Zira Hz. Ali (a.s) bir yandan fitne ve kan dökülmesinden ve bir taraftan da dinin ortadan kalkıp küfrün galebesi ve irtidatlardan korkuyordu.

Nitekim altı aylık bir zaman zarfında susmuş, tartışmış, herkes O’nun hilafete karşı olduğunu anlamış ve alimlerinizin yazdığı üzere dinin korunması için biat etmiştir. Onlara, hilafetten hoşnut olduğundan değil, hakikatte İslâm’a yararı olduğundan dolayı yardımda bulunmuştur.

Nitekim Malik Eşter vesilesiyle Mısır halkına yazdığı mektupta bunu ifade etmiş, hem sükutunun ve hem de biatinin bizzat din için olduğunu açıkça beyan etmiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 164’de bu mektubu şu şekilde rivayet etmiştir:

“Allah-u Teala, Muhammed’i alemler için korkutucu, Resulleri için de şahit olarak gönderdi. O göçtükten sonra Müslümanlar, hilafet hususunda çekişmeye başladılar. Allah-u Teala’ya and olsun, Peygamber (s.a.a)’den sonra bu işi Ehl-î Beyti’nden alacaklarını, bana engel olacaklarını aklıma bile getirmedim. 

Baktım, bir de ne göreyim! İnsanlar filana biat ediyor! İnsanların dinden döndüklerini, halkı Muhammed’in dinini iptal etmeye çağırdıklarını görünceye dek elimi tuttum, sabrettim.

Fakat bu olaylar olurken, İslâm’a yardım etmezsem, onda bir gedik açılmasından veya yıkılmasından korktum. Çünkü bu musibet, benim için az bir zaman sürecek, sonra serap gibi yitecek, bulut gibi dağılıp gidecek olan hilafetten, size emir olmaktan daha büyüktü.

Hemen işe koyuldum, batıl yok olup gidinceye, din bütünüyle istikrara kavuşuncaya kadar mücadele ettim.”

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 35’de, İbrahim bin Saat bin Hilal-i Sakafi’den, o da kendi ricalinden, o da Abdurrahman bin Cündeb’den, o da babasından şöyle rivayet ediyor: “Mısır düşmanlar tarafından fethedilip Muhammed bin Ebi Bekir şahadete eriştikten sonra Hz. Ali (a.s) uzun bir hutbe irad etti.

(Mısır ehline yazdığı mektuptaki cümleleri aynen ifade etmiş ve Peygamber (s.a.a)’den sonra Müslümanların durumu hakkındaki hoşnutsuzluğunu dile getirmiştir.) O hutbenin zımnında şöyle buyurdu:

“Adamın biri şöyle dedi: “Ey İbn-i Ebi Talib, sen bu hilafet işine çok hırslısın!” Ben de cevaben dedim ki: “Siz benden daha hırslı ve o makamdan daha uzaksınız.

Hangimiz bu konuda daha hırslıyız? Allah-u Teala ve Resulü’nün bizlere karar kıldığı mirası ve hakkı isteyen ben mi, yoksa benim hakkımı elimden alan, benle hakkım arasında engel olan sizler mi?” Bunun üzerine o adam şaşırıp cevap vermekten aciz kaldı. Şüphesiz Allah-u Teala zalimler kavmini hidayete eriştirmez.”

Bu sözlerden ve vakit olmadığı için aktaramadığım diğer beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Hz. Ali (a.s)’ın susup kıyam etmemesinin ve (alimlerinizin görüşüne göre) 6 aydan sonra biat etmesinin asıl nedeni, dinin yok olmasını ve Müslümanlar arasında fitne ve tefrikanın çıkmasını önlemekti. Bu O’nun hilafetten hoşnut olduğu anlamında değildir. 

Zira o gün Hz. Ali (a.s) kıyam etmiş olsaydı, defalarca kendisini kıyama teşvik edenler etrafında toplanır ve böylece bir iç savaş başlardı. Peygamber (s.a.a) dünyadan yeni gittiği,

Müslümanlar cahiliye dönemine yakın olduğu ve henüz iman da kalplerine yerleşmediği için yabancılar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler ve hepsinden de önemlisi münafıklar bir bahane bularak İslam dinin, izzet ve esaslarını tehlikeye düşürebilirlerdi.

Hz. Ali (a.s), gerçekleri bilen biri olduğundan ve Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği üzere, dinin esasının tamamiyle ortadan kalkmayacağını bildiğinden... 

dinin maslahatı için sabretmeyi kıyam etmekten daha uygun gördü. Zira kıyam edecek olsaydı, Müslümanlar arasında fitne çıkacak, düşmanlara fırsat verecek ve din tehlikeye maruz kalacaktı.


Gerçi Peygamber (s.a.a) dinin bekasını haber vermişti. Ama Müslümanlar zelil bir duruma düşecek ve bir müddet İslam dini gerileyecekti.

Ama kendi hakkının ispatı için 6 ay sabretti. Birçok toplantılarda münazara ve tartışmalarla hakkı aşikar etti. Önceki geceler söylediğim gibi biat etmedi. Ama kıyam da etmedi. Tartışmalarda hakkı ispat etmeye çalıştı. Nitekim Şıkşıkıye hutbesinde bu manaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya and olsun ki, Ebi Kuhafe oğlu, yerimin hilafete nispet değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi.

Oysa sel (ilim ve hikmet) benden akar ve hiçbir kuş (ilim ve bilgi fezasında) benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben böyle olmama rağmen hilafetle arama bir perde çektim, onu koltuğumdan silkip attım. 

Başladım düşünmeye; kesilmiş el ile (yar-u yaver olmaksızın) saldırıya mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe (halkın sapmasına) sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık körlük ki bu büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek daha gerekli; gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Nihayet birincisi (Ebu Bekir) yolunu tamamlayıp hilafeti kendinden sonrakinin ( Ömer İbn-i Hattab’ın) kucağına attı...”

Bu hutbe baştan sona kadar Hz. Ali (a.s)’ın iç dünyasındaki dertleri yansıtmaktadır.

Şıkşıkıyye Hutbesine Yönelik Eleştiri ve Yanıtı


Şeyh: Evvela; bu hutbede onun iç dertlerini gösteren bir delil yoktur. Ayrıca bu hutbe Hz. Ali’ye ait değildir. Seyyid Rezi’nin kendi ifadeleri olup Hz. Ali’nin hutbelerine eklenmiştir. Hz. Ali (k.v) halifelerin hilafetinden şikayetçi değildi. Onlardan tümüyle hoşnuttu, onların yaptığına da razıydı!

Davetçi: Bu beyanınız aşırı bağnazlığınızı göstermektedir. Zira Hz. Ali (a.s)’ın hilafet konusundaki şikayetlerini önceden arz ettim. Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısı, bu hutbeyle sınırlı değildir ki kusur bulasınız. Bu hutbeyi Seyyid Rezi’ye isnat etmeniz ise inadınızı, itidalden çıktığınızı ve bağnaz seleflerinize taklit ettiğinizi ortaya koyuyor.

Dikkatlice okumuyorsunuz, dikkatlice okuyacak olursanız bu hutbenin Hz. Ali’ye ait olduğunu anlarsınız. Büyük alimlerinizden İzzuddin Abdulhamid bin Ebi’l- Hadid, Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Muhammed Hızri, (Muhazarat-u Tarih’il İslâmiyye s. 127’de) bu hutbenin Hz. Ali (a.s)’a ait olduğunu itiraf ederek onu şerh etmişlerdir.

Son zamanda bazı bağnazlar, inat üzere şek ve şüphe çıkarmaya çalışmışlardır. Sünni ve Şii 40’dan fazla Nehc’ul- Belağa’yı şerh eden alimlerden hiçbirisi, böyle bir şey söylememişlerdir.

Seyyid Razi’nin Durumuna İşaret


Ayrıca, büyük takva sahibi Seyyid Rezi böyle bir şeyi Hz. Ali (a.s)’a isnat etmekten münezzehtir. Nehc’ul- Belağa’nın hutbelerini dikkatlice okuyanlar ondaki fesahat, belâgat, lafız çekiciliği mana yüceliği, 

ilmi ve felsefi hazineleri anlamıştır. Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse gayb alemine bağlanmadan böylesine kelimler sergileyemez.

Nitekim büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh bu hutbedeki elfaz çekiciliği, mana güzelliği ve üslûp sebebiyle bu hutbenin kesin Hz. Ali’ye ait olduğunu itiraf etmiş ve bu hutbede kullanılan kelimelerin, Allah’ın kelamının altında, ama insanların kelamının üstünde olduğunu vurgulamışlardır.

Ayrıca Seyyid Rezi’nin nesir veya şiirleri, Şii ve Sünni kaynaklarda detaylıca yer almıştır. Bunları karşılaştırınca aralarında büyük bir farkın olduğu görünmektedir.

Nerede toprağın temiz alemle arkadaşlığı.

Nerede zerrenin güneşle beraberliği?

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Musaddık bin Şebib’den, o da İbn-i Haşşab’tan şöyle rivayet etmektedir: “Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse bu üslup ve güzel tarzla öylesine kelimeleri ifade edemez. Rezi’nin kelimeleri, bu hutbelerin kelimelerinden çok uzak ve farklıdır. Mukayese bile edilemez.”

Şıkşıkıyye Hutbesi, Seyyid Razi’nin Doğumundan Önce Kitaplarda Yazılıydı


İlmi kaideler ve akli ölçülerden de öte, Şii ve Sünni tarihçiler ve hadisçilerin çoğu, Seyyid Rezi ve merhum babası Ebu Ahmed Nakıb’ut- Talibiyyin daha doğmadan önce bu hutbeyi rivayet etmişlerdir.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi Mutezile imamı olan yani daha Seyyid Rezi doğmadan, Abbasi Halifesi Muktedir Billah zamanında yaşayan üstadım Ebu’l- Kasım Belhi’nin kitaplarında çok gördüm.

Hakeza Ebu’l- Kasım Belhi’nin öğrencisi olan ve Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden meşhur mütekellim Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’’ında da gördüm.”

Hakeza İbn-i Haşşab diye bilinen Şeyh Ebi Abdillah bin Ahmed’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu hutbeyi Seyyid Rezi’den iki yüzyıl önce yazılmış kitaplarda da gördüm. Hatta bazı edebiyatçılar bu hutbeyi, daha Seyyid Rezi’nin babası doğmadığı bir tarihte kaleme almışlardır.”

Kemaluddin Meysem bin Ali bin Meysem Behrani Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi iki yerde gördüm, birincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan 60 yıl önce, Vezir bin Fırat’ın hattıyla yazılmıştı. İkincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden Ebu’l- Kasım Ka’bi’nin öğrencisi Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’ında gördüm.”

O halde bu deliller ışığında, bu hutbeyi reddeden bazı çağdaş alimlerinin ne kadar bağnaz ve inatçı oldukları ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca bu hutbeyle ilgili görüşleriniz, önceki gecelerde rivayet ettiğim, kendi muteber kitaplarınızda da yer alan Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısını ifade eden diğer hutbe ve sözleri olmadığı takdirde dikkat çekebilirdi.

Halbuki İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2, s. 561’de Hz. Ali (a.s)’ın hutbesini detaylı olarak şöyle rivayet etmektedir:

“Resulullah (s.a.a), başı göğsümde olduğu halde vefat etti. Ağzının kanı elime akmıştı da onu yüzüme sürmüştüm. Melekler, O’nu yıkarken bana yardım ediyordu.

Evin altı üstü feryat ediyordu. Bir grup melek iniyor, bir grup da göğe çıkıyordu. O’nu yatacağı yere koyuncaya kadar, meleklerin selam ve dua sesleri, feryat ve figanları kulağımda çınlıyordu.

Ölüyken de diriyken de O’na benden daha yakın, bu işe benden daha layık kim var! Kafanızı çalıştırın, düşmanınızla savaşma niyetinizde sadık olun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah-u Teala’ya and olsun ki, ben dosdoğru hak yoldayım; onlar, ayakları kaydıran batıl yoldalar.”

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali’nin, muhaliflerini hak kabul ettiğini, onlara darılmadığını ve razı olduğunu mu beyan ediyorsunuz? Değerli Şeyh, hak ve apaçık gerçekler bu tür sözlerle örtülemez. Lütfen Tövbe suresi 32. ayeti dikkatlice okuyun. Allah Teala buyuruyor ki:

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah kendi nurunu tamamlamaktan vazgeçmez.”

Bu takdirde, hakkın yok olmayacağını siz de tasdik edeceksiniz.

Allah’ın yaktığı bir meşaleyi,

Cahil üfürürse sakalı yanar.

Şeyh: Vakit çok geç oldu, siz de yoruldunuz, yorgunlukla konuştuğunuz malumdur. Oturumu burada sona erdirelim, diğer açıklamalarınız Allah’ın izniyle yarın akşama kalsın.