Şiiler Kerbela Toprağına Secdeyi Farz Bilmiyorlar

Eğer siz Şii Müslümanların bütün ilmihal kitaplarından Kerbela toprağına secdenin farz olduğunu bildiren bir tek fetva gösterirseniz, bütün dediklerinize teslim oluruz. 

Bütün Şii kitaplarında Kur’ân-ı Kerim’in emri gereği temiz toprağa, taşa, kuma, çakıla, madeni olmayan şeylere secde edilmesi gerektiği yazılıdır. Yenilmemek ve giyilmemek şartıyla yerden biten şeylere secde edilmelidir. Bunlardan biri olmazsa, diğerine secde etmelidir.

Şeyh: O halde neden Kerbela’dan alınan toprak parçasını kendinizle taşıyor, namaz esnasında ona secde ediyorsunuz?

Davetçi: Yanımızda taşımanın sebebi temiz toprağa secde etmek içindir. Genellikle evlerde ve camilerde yerler halı kaplıdır. Yere secdeye engel olmaktadır. Namaz esnasında halıları kaldırmak mümkün değildir.

Kaldırsanız bile yerler kireç, çini, tahta veya mozaik kaplıdır. Bunlara da secde etmek câiz değildir. Bu yüzden bir toprak parçasını yanımızda taşıyoruz ki namaz esnasında ona secde edelim. 

Zira biz temiz toprağa secde etmekle emir olunmuşuz. Genelde kirli topraklarla karşılaşıyoruz. İşte bu yüzden yanımızda taşıdığımız temiz toprak parçası üzerine secde ediyoruz.

Şeyh: Bildiğimiz üzere bütün Şiiler Kerbela’dan alınmış toprak parçasını yanında taşıyor ve secdenin ona farz olduğu kanısındalar!
Kerbela Toprağına Secde Etmenin Sebebi

Davetçi: Kerbela toprağına secde ettiğimiz doğrudur Ama farz değildir. Daha önce de beyan etmiş olduğum gibi biz de temiz toprağa secde etmekle görevliyiz.

Ama Ehl-i Beyt (a.s)’dan nakledilen rivayetler Kerbela toprağına secdenin farz değil, müstahap olduğunu ifade etmektedir. Ne yazık ki Hariciler ve Nasibilere uyan bir grup iftiracı ve yalancı kimseler,

Şii Müslümanların Hüseyin’e taptığını söylemekte ve delil olarak da Şii Müslümanların Hz. Hüseyin’in kabrinden alınan toprağa secde ettiğini göstermekteler.

Halbuki bize göre bu cümleler küfürdür. Biz değil Hüseyin’e, Ali’ye ve Muhammed’e bile tapmıyoruz. Kim buna inanırsa kafirdir. Biz sadece Allah-u Teala’ya taparız ve sadece O’na secde ederiz. Biz Kur’ân emrince temiz toprağa secde etmekle yükümlüyüz. Kerbela toprağına ise sadece sevap ve faziletli olduğu için secde ediyoruz.

Şeyh: Kerbela toprağının faziletli olduğunun delili nedir?

Kerbela Toprağının Özellikleri ve Resulullah (s.a.a)’in Beyanı

Davetçi: Evvela; her şeyde, hatta topraklar arasında bile farklılık vardır. Her toprağın belli etkileri ve özellikleri vardır. Bunu da ilgili ilim adamları bilir.

Ayrıca Kerbela toprağı sadece Ehl-i Beyt İmamları zamanından bu tarafa değil, bizzat Peygamber (s.a.a) zamanında da Peygamber (s.a.a)’in inayetine mazhar olmuştur. Bunlar sizin kendi alimlerinizin muteber kitaplarında da yazılıdır.

Örneğin: Celaluddin Suyuti’nin Hesais’ul- Kubra kitabında, Kerbela hakkında Ebu Naim İsfahani, Beyhaki ve Hakim gibi alimlerinizden Ümmü Seleme, Aişe, Ümmü’l- Fazl, İbn-i Abbas ve Enes bin Malik yoluyla birçok rivayet nakledilmektedir. Bu cümleden ravi şöyle diyor:

“Hz. Hüseyin Peygamber (s.a.a)’in kucağına oturmuştu, Peygamber (s.a.a) elindeki kırmızı toprağı kokluyor ağlıyordu. Bu toprak nedir? diye sordum. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Cebrail bana haber verdi ki Hüseyin’im Irak topraklarında öldürülecektir ve bana oradan bu toprağı getirdi. Ben de Hüseyin’im için ağlıyorum.”

Daha sonra bu toprağı Ümmü Seleme’ye vererek şöyle buyurdu: “Bu toprağın kan rengine dönüştüğünü görünce bil ki Hüseyin’im öldürülmüştür.”

Bu yüzden Ümmü Seleme o toprağı bir şişe içinde H. 61. yılın Aşura gününe kadar sakladı, o gün toprağın kan rengine döndüğünü gördü ve böylece Hz. Hüseyin’in öldürüldüğünü anladı.”

Şii alimlerin muteber kitaplarında tevatür haddinde yer aldığı üzere hem Peygamber (s.a.a) ve hem de Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) İmamları bu toprağa özen göstermişlerdir.

Hz. Hüseyin’in şahadetinden sonra İmam Seccad (a.s) o topraktan teberrük için alıp onu bir keseye koyarak üzerine secde ediyordu. Ayrıca bir tesbih yaparak da zikir ediyordu.

Ondan sonraki bütün İmamlar da teberrüken o topraktan tesbih yapmış, üzerine secde etmişlerdir. Şii Müslümanları da sevap elde etmek için bu işe teşvik ediyorlardı.

Sürekli Allah-u Teala için temiz toprağa secde edilmesini beyan ediyor, ama daha fazla sevap kazanmak için Kerbela toprağına secde edilmesini tavsiye ediyorlardı. Nitekim Şeyh Tusi Misbah’ul- Müçtehid’de şöyle rivayet etmektedir:

“İmam Sadık (a.s) İmam Hüseyin (a.s)’in toprağından bir miktarını sarı bir parçaya koymuş, namaz esnasında O’na secde ediyordu.”

Bir müddet Şiiler de beraberlerinde toprak taşıyordu. Daha sonra aşırılıklar önlensin diye bir miktar suyla karıştırılıp sert bir hale getirilmiş, teberrüken beraberlerinde bulundurmuş ve namaz esnasında ona secde etmişlerdir.

Elbette fazileti olduğu için, farz olduğu için değil. Bu yüzden çoğu zaman toprak parçası olmayınca, yere veya temiz taşlara secde etmekte ve farz olan görevlerini yapmaktalar.[8]

Bu kadar sade bir olay hakkında bile velvele koparmanız ve bizi müşrik, kafir, putperest saymanız ve insanları kandırmanız doğru mudur? Siz genelde Kur’ân hükümlerine bile aykırı olan mezhep imamlarınızın hükümlerine tabi olup onların söz ve fiillerini delil saydığınız gibi biz de Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının sözlerine uyuyor, onların emirlerine göre amel ediyoruz.


Şu farkla ki sizin Ebu Hanife Ahmed veya Malik’e uyulması noktasında Peygamber (s.a.a)’den menkul hiçbir deliliniz yoktur. Sadece onları bir alim kabul ediyor ve uyuyorsunuz. Ama biz Peygamber (s.a.a)’in defalarca buyurduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’in dengi, kurtuluş gemisi ve Hıtta Kapısı olan Ehl-i Beyte uyuyoruz.

Nitekim bu rivayetlerden bazısına önceki akşamlar değindim. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi Ehl-i Beyt (a.s) bizim için hüccettir. Biz de bu yüzden O’nların emirlerine uyuyor, dedikleriyle amel ediyoruz.
Ehl-i Sünnet Alimlerinin Ameli İlginçtir

Ama sizin alimleriniz ne ilginçtir ki dört mezhep imamlarına ve diğerlerine itiraz etmemekteler. Ebu Hanife su olmadığında nebiz ile abdest alınmasını emredince Şafiiler, Malikiler ve Hanbeliler itiraz etmiyorlar veya imam Ahmed Allah’ın görülmesini söylediğinde veya sarığa meshetmeyi câiz bildiğinde diğerleri onu eleştirmiyorlar.

Hakeza neden onların, yolculukta parlak oğlanları nikah etmek, kurumuş pisliğe secde etmek, cinsel organını sararak annesi ile cinsel ilişkide bulunmak ve benzeri birçok ilginç fetvaları eleştirilmemektedir?!!

Ama Ehl-i Beyt (a.s) imamlarından birinin Kerbela toprağına secde edilmesinin fazilet ve sevabının olduğunu söyleyince feryat ediyor ve Şii Müslümanları putperest sayıyorsunuz, kardeş öldürme savaşı çıkarıyorsunuz, yabancıların Müslümanlara musallat olmaları için bu amelinizle onlara yol açıyorsunuz!

Yürek acımız çoktur, ama sözü burada bırakıp asıl konuya dönelim. Bizim mazlumca feryadımız kıyamette Peygamber (s.a.a)’in karşısında etkili olacaktır.

Ayrıca yaş açısından büyük olduğu için Ebu Bekir’in hilafete daha layık olduğunu söylemeniz çok ilginçtir. Maalesef önceki geceler kesin akli ve nakli delillerle, icma ve yaş büyüklüğü delilini batıl etmiş olduğum halde yeniden konuyu gündeme getirdiniz.

Toplantının vaktini almak istiyorsunuz, önceki geceler yeterli açıklamada bulunmama rağmen yine de sizi cevapsız bırakmak istemiyorum.

Nasıl olur da insanlar siyaset için yaşın büyük olması gerektiğini anlamışlar da, haşa Allah-u Teala ve Peygamber’i bunu anlamamışlar ve bu yüzden de Beraet (Tevbe) suresinin ilk ayetini tebliğ etme görevini Ebu Bekir’den alarak genç olan Ali’ye vermişlerdir!!

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Af edersiniz yine sözünüzü kestim, bu olayı müphem bırakmayınız, geçen geceler de bu konuya değindiniz. Lütfen şimdi söyleyin Peygamber (s.a.a) nerede ve niçin Ebu Bekir’i (r.z) bu görevden alarak,

Ali’ye (k.v) havale etmiştir? Çünkü biz buradaki alimlerimize sorduğumuzda “önemli bir iş değildi” açık bir cevap vermediler. Lütfen muammanın çözülmesi için apaçık beyanda bulununuz.

Beraet Suresinin Mekke Halkına Tebliğ Edilmesinde Ebu Bekr’in Azledilip Ali’nin Nasbedilmesi


Davetçi: Şii ve Sünni bütün tarihçilerin rivayet ettiğine göre Kur’ân-ı Kerim’in 9. suresi olan Beraet suresinin ilk ayetleri nazil olunca Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i çağırarak Beraet suresinin ilk 10 ayetini ona verdi ve Mekke’de Hac mevsiminde,

Mekke halkına okumasını emretti. Ebu Bekir yoldayken Cebrail nazil olarak Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi:

“Allah-u Teala sana selam ediyor, senin risaletini ancak sen veya senden olan birisi eda edebilir.”

Bu yüzden Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı çağırdı ve O’nu bu büyük işle görevlendirerek şöyle buyurdu:

“Git Ebu Bekir’i nerede görürsen Beraat ayetlerini ondan al, kendin Mekke’ye götür ve Mekke müşrikleri için kıraat et.”

Hz. Ali hemen hareket ederek Zi’l- Huleyfe’de Ebu Bekir’e ulaştı, ona Peygamber (s.a.a)’in mesajını iletti. Ayetleri ondan alarak Mekke’de Peygamber (s.a.a)’in risaletini tebliğ etti. Ayetleri Mekkelilere okudu ve sonra Medine’ye dönerek Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı.

Nevvab: Bu olay bizim muteber kitaplarımızda yer almış mıdır?


Davetçi: Arz ettim ki bu konuda ümmet icma etmiştir. Şii ve Sünni tarihçiler bu olayı ittifak halinde kaydetmişlerdir. Ama emin olmanız için şu anda aklımda olan birkaç kitabı sizlere aktarayım ki gerçekler açıkça ortaya çıksın.

Buhari Sahih c. 4 ve 5’de, Abdi Cem’un- Beyn’es- Sihah’is-Sitte c. 2’de, Beyhaki Sünen s. 9 ve 224’de, Tirmizi Cami’ c. 2 s. 135’de, Ebu Davud Sünen’de, Harezmi Menakıb’da,

Şevkani Tefsir c. 2 s. 319’da, İbn-i Meğazili Fezail’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 17’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 18. Bab’da, (muhtelif yollarla Ehl-i Sünnet alimlerinden naklen), Taberi Riyaz’un- Nazre s. 147’de ve Zehair’ul- Ukba s. 69’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 22’de, 

imam Nesai Hasais’ul- Alevi s. 14’de (bu Bab’da altı hadis rivayet etmiştir), İbn-i Kesir Tarih-u Kebir c. 5, s. 38 ve c. 7, s. 357’de, Askalani İsabe c. 2, s. 509’da,

Celaluddin Suyuti Dürr’ul- Mensur c. 3, s. 208 Beraat süresinin ilk ayetinin tefsirinde, Taberi Cami’ul- Beyan c. 10. s. 41’de, imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, İbn-i Kesir Tefsir, c. 2, s. 333’de, Alusi Ruh’ul- Meani c. 3, s. 268’de, İbn-i Hacer Savaik s. 19’da, Heysemi Mecme’uz- Zevaid c. 7, s. 29’da, 

Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. babının125. sayfasında (Ebu Bekir’den, Hafız Ebi Naim’den, Hafız Dimaşki’nin Müsned’inden farklı yollarla müsned olarak naklen), imam Ahmed Hanbel Müsned c. 1, s. 3 ve 101’de, yine c. 3, s. 283’de,

yine c. 4, s. 164’de, Hakim Müstedrek-i Kitab-i Meğazi c. 2, s. 51’de, yine aynı kitab c. 2, s. 331’de, Mevla Ali Muttaki Kenz’ul- Ummal c. 1, s. 246 ila 449’da ve c. 6, s. 104 Fezail-u Ali’de, tevatür olarak bu olayı rivayet etmiş ve sıhhatini onaylamışlardır.

Seyyid Abdulhayy: Peygamber (s.a.a)’in bütün fiil ve sözleri Allah-u Teala tarafındandır. O halde neden önce bu görevi Ali’ye (k.v) vermedi de Ebu Bekir’e verdi ve sonra da Allah’ın emriyle Ali gidip Ebu Bekir’i yolun yarısından geri çevirdi?

Davetçi: Bu olayın asıl sebebi noktasında kitaplarımızda hiçbir sebep beyan edilemediği için, biz de bir şey demiyoruz. Ama şahsi görüşüme göre bu olay da Hz. Ali (a.s)’ın makamını başkalarına ispat etmek için gerçekleşmiştir, 

ki siz de 1340 yıl sonra kalkıp siyaset ve yaş büyüklüğü sebebiyle Ebu Bekir’in hilafete daha layık olduğunu söylemeyesiniz.

Eğer başta bu görevi Ali (a.s)’a vermiş olmuş olsaydı, sıradan bir iş sayılırdı ve sizler için bu hadis sebebiyle Ali (a.s)’ın faziletlerini ispat edemezdik. Sizler Hz. Ali’nin hilafet makamındaki faziletini ispat eden her hadisi, soğuk tevillerle çok gülünç de olsa tevil ediyorsunuz.

İşte böylece Hz. Ali (a.s)’ın, yaşı küçük olmasına rağmen diğer yaşı büyük kimselerden daha faziletli ve öncelikli olduğu anlaşılmış oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce ayetleri Ebu Bekir’e teslim ediyor, Ebu Bekir yola düştükten sonra Hz. Ali (a.s)’ı onun ardından göndererek o ayetleri andan alıp kendisinin o mesajı iletmesini istiyor, 

Ebu Bekir bu işin sebebini Peygamber (s.a.a)’den sorunca, Allah-u Teala tarafından bu işle görevlendirildiğini, kendisinin veya kendisinden olan birinin bu mesajı halka iletmesinin gerekliliğini beyan ediyor.

Binaenaleyh Ebu Bekir’in yolun yarısından döndürülerek bu görevden azledilmesi ve Hz. Ali (a.s)’ın bu görevi üstlenme makamına atanması, O’nun diğer kimselerden daha üstün ve daha öncelikli olduğunu ispat etmektedir.

Hakeza bu olay, Allah-u Teala’nın risaletinin, yani nübüvvet ve hilafetin, yaşlılık ve gençlikle ilgisi olmadığını ispat etmektedir. Kısacası burada kıldan ince binlerce nükte vardır.

Eğer Ebu Bekir’in ilk halife olmasının nedeni siyasetçiliği ve yaşlılığı olmuş olsaydı, böylesine mukaddes bir işten alı konmazdı. Çünkü risalet tebliği sadece Peygamber (s.a.a)’e ve Peygamber (s.a.a)’in halifesine özgüdür.

Seyyid: Bazı rivayetlerde Ebu Hureyre’den şöyle nakledilmiştir: “Ali (k.v) Ebu Bekir’le (r.z) birlikte Mekke’ye gitmekle görevlendirildi. Ebu Bekir insanlara hac merasimini öğretecek, Ali de Beraat suresini kıraat edecekti. Dolayısıyla her ikisi de risaleti tebliğ etmede eşit konumdadır.”

Davetçi: Evvela; bu rivayet Ebu Bekir taraftarlarınca uydurulan bir rivayettir. Çünkü başkaları bunu rivayet etmemiştir. Ayrıca Ebu Bekir’in azledildiği ve Ali (a.s)’ın bu risaleti tebliği için gönderildiği hususunda ümmet ittifak etmiştir. Dost düşman herkes, Sihah ve Müsnedlerde, tevatür haddinde bunu kaydetmiştir.

Şüphesiz tevatür haddine varan birçok sahih hadislere dayanmak, ümmetin ittifak etmiş olduğu bir konudur. Eğer haber-i vahid olan bir rivayet birçok sahih rivayetlerle çelişirse, hadisçiler ve usulcülerin kaidesi gereği onun terk edilmesi gerekir. Bu haber-i vahid sahih bile olsa zanna dayanır. Dolayısıyla zanna dayanan bir hadise isnat edip malum olan bir hadisi terk etmek câiz değildir.

Dolayısıyla Ebu Bekir’in azledilmesi, Ali (a.s)’ın bu işle görevlendirilmesi, Ebu Bekir’in hüzün içinde Medine’ye geri dönmesi, Peygamber (s.a.a)’in onunla konuşup kendisine teselli vermesi ve Allah’ın emri olduğunu söylemesi kesin hususlardandır.

Ayrıca bu olay öncelik hakkının yaşla bir ilgisinin olmadığını da ispat etmiştir. Akli ve rivai deliller ümmet arasında öncelik hakkının ilim, bilgi ve takva ile olduğunu göstermektedir.

İlim, fazilet ve takva açısından üstün olanlar toplumda öncelik hakkına sahiptir. Nitekim O Hazret de şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ölüdür, ilim ehli ise diridir.”

Peygamber (s.a.a) işte bu yüzden Ali (a.s)’ı diğerlerinden öne geçirerek şöyle buyurmuştur. “Ali benim ilim kapımdır.” O halde Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı diğerlerinden daha üstün ve öndedir.

Elbette Peygamber (s.a.a)’e itaat etmede sebat gösterenler, faziletli kimselerdir. Biz de sahabenin faziletini inkar etmiyoruz. Ama onların fazileti asla Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısıyla mukabele edemez. Zira O’nun makam ve mertebesi üstünlük-yücelik makamıdır.

Eğer sahabeden birisinin öncelik hakkı olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.a) ümmete ona uymasını emrederdi. Şüphesiz bu tür İlahi emirlerin yaşlılık ve gençlikle bir ilgisi yoktur. Allah-u Teala kimi bu makama layık görürse genç veya yaşlı, ümmete ona itaat etmeyi emreder.

Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’yi Kadılık ve Halkın Hidayeti İçin Yemen’e Göndermesi

Nitekim büyük alimleriniz, Hz. Ali (a.s)’ın, hidayetleri ve aralarında hüküm vermesi için Yemen’e gönderilmesini detaylıca rivayet etmişlerdir. Özellikle de imam Nesai, Hasais’ul- Alevi’de bu babda altı hadis rivayet etmiştir.

Rağıb İsfahani Muhazarat’ul- Üdeba c. 2, s. 212’de ve diğerleri senetleriyle kısa olarak şöyle rivayet etmişlerdir: 

“Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi, kadılık ve halkın hidayeti için Yemen’e göndermek isteyince, Hz. Ali (a.s); “Ben gencim beni nasıl kavmin yaşlılarına gönderiyorsun?” dediğinde, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, kalbini (kadılık ilmine) hidayet edecek, dilini ise sabit kılacaktır.”

Eğer yaşlılık öncelik hakkı olmuş olsaydı, Ebu Bekir gibi yaşlı sahabilere rağmen neden Hz. Ali (a.s)’ı, hidayetleri ve aralarında kadılık yapması için Yemen halkına doğru gönderdi?

Dolayısıyla bundan anlaşıldığı gibi insanları hidayet etme ve onların arasında kadılık yapmada, yaşlılık ve gençliğin hiçbir etkisi yoktur. Sadece ilim, fazilet, takva ve özel bir nass gereklidir. Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde böyle bir nass sadece Hz. Ali için vardır.
Peygamber (s.a.a)’den Sonra, Hz. Ali (a.s) Ümmetin Hidayetçisi İdi

Nitekim Ra'd suresi 7. ayette şöyle buyurulmuştur: “Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet önderi vardır.”

Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin rehberi Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’tir. Nitekim imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Taberi kendi tefsirinde, 

Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib 62. Bab’da (İbn-i Asakir’in tarihinden müsned olarak naklen), Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 26. babının sonunda Sa’lebi, Himvini, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani, İbn-i Sabbağ Maliki, 

Mir Seyyid Ali Hemedani’den naklen, onlar da İbn-i Abbas, Hz. Ali (a.s) ve Ebu Bureyde Eslemi’den farklı tabirlerle on bir rivayet nakletmektedirler. Onların hepsinin özeti şöyledir:

“Bu ayet nazil olunca Peygamber (s.a.a) elini göğsüne dayayıp; “Ben bir uyarıcıyım” buyurdu. Sonra da elini Ali (a.s)’ın göğsüne dayayıp; “Sen hidayet önderisin; doğru yola hidayet olanlar seninle hidayeti bulur” buyurdular.”

Eğer başkaları hakkında da böyle naslar olmuş olsaydı, biz de onlara uyardık. Ama sadece Ali (a.s) hakkında olduğu için genç ve yaşlılığa bakmadan ona uymak zorundayız.

Hz.Ali’nin Karşısındaki Desiseler ve Hakiki Siyasetle Mecazi Siyaset Arasındaki Fark Sizin; “Ali (a.s)’ın genç ve tecrübesiz olduğuna, hilafet gücüne sahip olmadığına, 25 yıl sonra hilafete geçince de siyasetsizliği sebebiyle birçok kanların döküldüğüne ve isyanların baş gösterdiğine” dair söylediğiniz sözünüze gelince; bilemiyorum bu beyanınız kasıtlı mı, unutkanlıktan mı, yoksa atalarınıza uyduğunuzdan mıdır? Aksi takdirde alim ve dikkatli bir insan asla böyle bir şey söylemez.

Siyasetten maksadınız nedir bilemiyorum. Eğer maksat kendi makam ve mevkisini korumak için baş vurulan iftira, yalan, hile ve desiseyse, itiraf edeyim ki Hz. Ali (a.s) böyle bir siyasete sahip değildi ve asla böyle bir siyasetçi olmamıştır.

Çünkü bunlar siyasetin gerçek manası değildir; aksine kötülük, hile, hokkabazlık ve desisedir. Makam düşkünü insanlar kendi konumlarını korumak ve hedeflerine ulaşmak için bundan istifade etmektedirler.

Gerçek siyaset, adalet ve insafla her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Bu tür siyaset, mevki düşkünü olmayan kimseler nezdinde bulunmaktadır. Bunlar sadece hakkın icrasını isterler. Hz. Ali (a.s) da hak, gerçek, adalet, insaf ve sadakat ehli olduğu için başkalarında olan o kötü anlamdaki siyasetten münezzeh idi.

Nitekim daha önce dediğim gibi Hz. Ali (a.s) hilafete geçince hemen bütün hakim ve memurlarını azletti. Amcası oğlu Abdullah bin Abbas, bütün bölgelerin hakim ve memurları kendisine teslim oluncaya kadar bu hükmü askıya almasını ve tedricen uygulamasını söylediyse de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Zahiri siyaseti korumak için iyimser düşünüyorsunuz, ama hiç biliyor musunuz ben o zalim hakimleri yerlerinde bıraktığım ve zahiri siyaset gereği onlara razı olduğum takdirde yaptıkları bütün işlerden ben de Allah-u Teala katında sorumlu olacağım ve hesap günü cevap vermem gerekecek. Kesin bilin ki Ali asla böyle bir şey yapmaz.”

Bu yüzden adaleti korumak için hemen hakimleri azletti ve bundan dolayı da Muaviye, Talha, Zübeyr ve diğerleri isyan ettiler. Muhalefet bayrağı yükselterek heva ve hevesleri üzere kan döktüler.

Taberi kendi tarihinde, İbn-i Abdurrabbih Ikd’ul- Ferid’de, İbn-i Ebi’l- Hadid ise Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde açıkça kaydetmişlerdir ki Hz. Ali defalarca şöyle buyurmuştur:

“Eğer din, takva, adalet ve insafı gözetmeseydim, bütün Araplardan daha zeki, kurnaz ve dahi olurdum.”

Beyler yanlış düşünüyorsunuz, boş lafların etkisinde kalıyorsunuz. Hz. Ali (a.s) dönemindeki isyanların ve dağılmaların O Hazretin siyasetsizliğinden kaynaklandığını mı düşünüyorsunuz? Halbuki durum böyle değildi. Aksine bir takım deliller vardı ki, vakit dar olduğundan dolayı sorunun açıklığa kavuşması için onlardan sadece bazısına işaret edeceğim.